Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor
Ben de 82'liyim!

Nihayet!

Sezon başından beri bu formayı bekliyorum. C Blok girişindeki Fenerium'un sakinleriyle kanka oldum bunun yüzünden. En son maçta "Abi! Geliyo seninki!" dendi, mesut oldum. Ben bunu giyerim arkadaş!

Fenerbahçe

Fenerbahçe ruhumuzun turnesol kağıdıdır. Bazen komşunun doğumgünü pastasına göz koyarız. Alırız da acımadan. Bazen ilk kez çıkma teklif edecek çocuk gibiyizdir. Dilimizin ucuna kadar gelir söyleyeceklerimiz ama bir türlü çıkmaz, kaybederiz kızı. İşte bu yüzden severiz sarıyı Fenerbahçe aynadaki yansımamızdır. Ne kadar güçlü durmaya çalışırsak o kadar çok çıkarır falsolarımızı öne. Bazen de en pespaye halimizde bile bir fiyaka gösterir. "Ulan olsun be, bu da yeter be!" dedirtir ama içimizden, fısıltıyla. İşte bu yüzden severiz laciverdi Fenerbahçe çarşaf gibi denizde savrulan sarı teknemizdir. Yelkenleri açarız, rüzgar alıp denge bulmak için, demir atarız dibin dibine, bazen de son sürat yararız lacivert suları. Ama hiçbiri kar etmez, o savrulma hali bir türlü gitmez, en sonunda anlarız. Savrulan tekne değil, savrulan biziz. İşte bu yüzden severiz sarı laciverdi Fenerbahçe sırtımızı dönemediğimiz yavuklumuzdur. Çok güzeldir, endamı dünyaya bedeldir, gururla taşırız göğsü

Ayfer KA

Ayfer Ka bir tanker Tanker gibi kadın değil tanker gibi tanker Doksan altmış doksan değil yüz yirmiye on altı fondötenle kapatamaz dışarda damarları Ayfer Ka bir tanker ben ne zaman Hisar'da iki yudum çay içsem Ayfer Ka ordan geçer Ya Ayfer Ka vurgun  bana Ya da sadece tanker Tanker tanker tanker tanker tanker tanker İşte tam burası kellimenin kendini kaybettiği yer aliretasyon an ka jö mapel Ayfer Ka

Kampanya

Tatvan'daki Milli Hakimiyet ilköğretim okuluna kitap ve kırtasiye gönderiyorum. Hikaye kitabı, her türlü ilköğretim test kitabı ve kırtasiye malzemesi. Katılmak isterseniz ya bana ulaştırın ya da doğrudan Salih Günay Milli Hakimiyet İlköğretim Okulu Tatvan Bitlis adresine gönderin. İyi gelecek inanın bana. Ha diyeceksiniz, homo magnus caput yani (koca kafalı insan) ya da homo caput magnus confusus (bunu biliyorsunuz zaten) neden coştun? Milliyet'te bir köşede okudum bu okulun adını. Benim ilkokulumun adı da Hakimiyeti Milliye idi. Bir meşaj olarak algıladım ben bunu, o yüzden. Ama ilkokulunuzun adı Hakimiyeti Milliye olmasa da farketmez, bir imece eyleyelim canlar.

gerginlik

dünden beri bağlama teli gibiyim, evet bağlama teli gitar teli değil. normalde lodostan, dolunaydan, sisten ve sabahın çok erken saatlerinden fena halde etkilenen meteorolojik bir insanımdır ama bunu anlayamadım. bunun neden kaynaklandığını bulabilmiş değilim. her şey yolunda çünkü. bir aksilik yok hayatımda. olduğu gibi gidiyor. daha farklı gitmesini isterdim elbette ama olmasını beklediğim şeyler benim istediğim kadar kısa vadede değişecek gibi değil. o yüzden bir hava değişikliğinin beni bu hale getirdiğine kani olmuş durumdayım. ayrıca dün konuştuğum iki arkadaşım da aynı şekilde gergin olduklarını söylediler. bu da meteorolojik bir durum teorimi destekledi. gerildikçe geriliyorum, çaydanlığın kapanmamakta ısrar eden kapağına bir tane gömmeye kadar giden ani çıkışlar yaşamaktayım. yerimde duramıyorum. evde oturamıyorum, dükkana giremiyorum. dün sporda kendimden geçtim. "yerim lan sporunuzu! hepiniz hava yapmaya gelmişsiniz zaten buraya şerefsizler! yapmıyorum o son hareketi! a

ÇAKMA TARİH YAZILARI 1

Peri Bacaları Nasıl Oluştu? Kapadokya’daki Peri Bacalarının oluşumu hakkında bir çok jeolojik açıklama vardır. Bunların hepsi yanlıştır. Peri Bacaları aslında tamamen insan elinden çıkmıştır. Peri Bacaları tarihin ilk gecekondularıdır ve Hititler zamanında bölgeyi işgal eden ilk Türk kavimleri tarafından yapılmışlardır. Bu ilk Türk kavimleri henüz yazıyı bulamadan, arkalarında sadece Peri Bacalarını bırakarak çakma tarih sahnesinden silinmişlerdir. Onlar hakkındaki kısıtlı bilgimizi Kapadokya Hititlerinin merkezi hükümetle yaptıkları yazışmalardan ediniyoruz. Bu kaynaklara göre Erken Türkler diyebileceğimiz bu Türk Kavimlerinin en önemli özellikleri erken boşalmalarıydı. Bu yüzden Hitit kaynaklarında Mutsuz Kadınlar Kavmi olarak adı geçen Erken Türkler, Hitit İmparatorluğu’nun en güçlü olduğu zamanlarda genel kanının aksine Orta Asya’dan değil Havai Adalarından göç etmişlerdir Orta Anadolu’ya. Mutsuz Kadınlar Kavmi’nin erkek üyeleri erken boşalmalarından Havai Adaları’ndaki volkanik

Kafası Çok Karışıklar

Şimdi öncelikle aşağıdaki iki reklamı bir seyredelim Seyrettik mi? Tamam, şimdi takkemizi önümüze alıp düşünelim. Dünyanın en "kafası çok karışık" insanları hangi ülkelerde yaşar? Cevap veriyorum: Modernizmi içselleştirdiğini düşünen İslam ülkelerinde. Batı elma değil, ahlak kabuğunu soyup içindeki ilmi yiyemiyorsun maalesef. Yemeye kalktığında işte böyle çelişkili görüntüler çıkıyor ortaya. İkinci reklamda ne diyor? Bu şampuanı kullanıyorum kafam kaşınmıyor. Neden kafan kaşınıyor? Çünkü kafanı kapatıyorsun. Peki sakatlanan oyuncunun yerine girip vole çakmak neyin nesi? "Çocuk da yaparım kariyer de" vaziyeti. Yapamazsın arkadaş, ya çocuk çocuğa benzemez ya kariyer kariyere. Arada derede yarı anne yarı iş kadını bir şey olursun. Müslümanım ama modernim de. Olamıyorsun maalesef. Başımı kapatıyorum ama flört de ediyorum. Batıda azınlıkların İslamı, çoğunluğun ister istemez dayattığı yaşam biçimine tepki olarak geliştiği için daha muhafazakar ve tutarlı. İçinde

Bunlar da oluyor

Matisyahu 79'lu bir arkadaşımız. Kendisi Amerikalı, Hassidik ve reggae şarkıcısı. Üstteki şarkı da Yahudilerin andı diyebileceğimiz "Seni unutursam ey Kudüs, sağ elim hünerini unutsun" diye çevrilebilecek duanın şarkısı. Reggae ve Hassidik, ne alaka diyebilirsiniz ama aslında Reggae'nin kökenlerinde göç (exodus), vadedilen topraklara (Zion) geri dönme gibi Yahudi mitolojisinden apartılmış bir sürü kavram var. Jamaika'ya köle olarak getirildik, Haile Selassie sayesinde toplu olarak geri döneceğiz. Yahudilerin beklediği Mesih gibi. Tabi Haile Selassie'nin İsa'nın yeniden doğmuşu olduğuna inanıyordu Rastafaryanlar ama olsun. Sonuç olarak enteresan bir karışım çıkmış ortaya. Müzik de hiç fena değil üstelik. Bir gün bunun cemaat versiyonunu da görür müyüz acaba? M.C. Abdullah gibi mesela... dedim ve araştırdım ve sizler için buldum! Mekka! O da hemen Matisyahu'nun hemen altındadır efenim, hayatınıza renk gelsin biraz!

Zevcemden İnciler

Zevcem diyet yapmaya başladı, çok mutsuz, dün gece kendisine haşlanmış kabak pişirmekteyken biraz fazla uğraştım ve ağzımın payını aldım: "Ben senin yerinde olsam rejim yapan beyaz kadınla uğraşmam!"

yankı

Milliyet.com.tr'de bugün çıkan haber: 8 yaşındaki bir erkek öğrenciye tuvalette tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklanan İstanbul’daki bir ilköğretim okulunun 55 yaşındaki temizlik görevlisinin suçsuzluğunu belgeleyen adli tıp raporu, korkunç bir gerçeği ise gün ışığına çıkardı. Küçük çocukta 3 ayrı kişinin DNA’sı tespit edilince, yaşlı adam tahliye edildi. Ve vicdanına yenilen anne H.G. konuştu: “Oğluma 3 yaşından itibaren dedesi, dayısı ve dayısının bir arkadaşı tecavüz ediyordu. ve yankısı: “Oğluma 3 yaşından itibaren dedesi, dayısı ve dayısının bir arkadaşı tecavüz ediyordu.“Oğluma 3 yaşından itibaren dedesi, dayısı ve dayısının bir arkadaşı tecavüz ediyordu.“Oğluma 3 yaşından itibaren dedesi, dayısı ve dayısının bir arkadaşı tecavüz ediyordu.“Oğluma 3 yaşından itibaren dedesi, dayısı ve dayısının bir arkadaşı tecavüz ediyordu.“Oğluma 3 yaşından itibaren dedesi, dayısı ve dayısının bir arkadaşı tecavüz ediyordu.“Oğluma 3 yaşından itibaren dedesi, dayısı ve dayısının bir arkad

Geliyor Geliyor Fenerbahçe Geliyor!

Türkiye'nin zihni daralması ve taşranın merkezi ele geçirmesiyle ilgili çok yazdım. Ama bugün beni de tedirgin eden bir haber var Milliyet'te. Yıllardır zevcemi sakinleştirmek için "Bir şey olmaaz, onlar da dönüşecekler, modernizm onları da dönüşüme zorluyor, yumuşayacaklar, merkeze çekilecekler, evet o arada merkezi de biraz kendilerine çekecekler ama gevşeyecekler" diyip duruyorum. Ama bu haber hiç hoşuma gitmedi. Göstergelere dikkat eden bir adam olarak türbanın altına streç kot giyen, makyaj yapan onu da geçtim, renkli renkli türbanlar takan kadınları gördüğümde düşüncelerimin doğrulandığını düşünürdüm hep. Ama alttaki haberde de başka göstergeler var. İşim televizyon olduğu için, orada bir takım göstergeler var, sigaradan sonra içkiye de buzlama getirmek üzereler, çocukların gelişimi ayağıyla yavaş yavaş alan daraltıyorlar. "Sen bizden olmayabilirsin ama senden bir sonraki kuşak bizden olacak" şiarıyla aslanlar gibi yürüyorlar üstümüze üstümüze. Kafata

Türkiye'den Belgrad'a Trenle Gideceklere Tavsiyeler

Birinci tavsiyem, gitmeyin! Eğer Evropa'nın bir kısmını trenle dolaşacağım ama interrail yapacak kadar genç ve serseri değilim, hele ki yalnızım filan diyorsanız ilk tavsiyem İstanbul'dan Belgrad'a giden ve müthiş ucuz olan (140 TL civarında) trene binmeyin.Sözde 22 saat sürüyor. Ama hiçbir zaman 22 saat sürmüyor. Üstelik TCDD, yazın nasıl bilmiyorum ama havalar soğuyunca, nasıl olsa kimse gitmiyor diyerek en dandik vagonlarını veriyor bu hatta. Giderken alafranga, dönerken alaturka tuvaleti vardı vagonun, ama ikisinin de sifonu yoktu. En büyük rahatlık perdeleri kapatıp sigara içebiliyor olmak, diğer trenlerde bu mümkün değil. Ama bunu 60'lardan beri değişmemiş, üstelik büyük ihtimalle temizlenmemiş vagonlarda yapmak çok eğlenceli olmuyor tabi. Üstelik vagon yataklı da değil, kuşet. "Bana farketmez, tanımadığım bir takım insanlarla 22 saat yol giderim" diyorsanız o zaman sorun yok. Gerçi tren çoğu zaman boş gidiyormuş bir yandan da. Giderken de dönerken de

Neden Geldim İstanbul'a...

Uzun zamandan beri memleket dışındaydım. Dolaştık durduk zevcemle. Dün sabah memlekete avdet ettik. Trenle dolaştık bir sürü yeri. Her sınır kapısında sınır polisi trene binerek kontrol etti pasaportlarımızı, ya cep telefonuyla merkez bilgisayara bildirdiler ya da ellerinde laptopla geldiler trene. Kapıkule'de giderken de dönerken de biz indik ve gittik polisin huzuruna. Giderken gitmenin zevki bir başka da dönmek kolay olmuyor bu ülkeye. Babamın Maria diye bir hemşiresi vardı. Gagavuz Türkü, Ukraynalı. İki çocuğu var 18-20 yaşlarında. Afganistan'da hemşirelik yapmış. Kocası Çernobil kazasına ilk müdahale için gönderilen komando ekibindeymiş. Ağır radyasyona maruz kalmış, üstlerinde gerekli ekipman da yokmuş üstelik. İntihar etmiş kanserden ölmemek için. Maria bir daha evlenmemiş, Avrupa'nın dört bir yanını dolaşmış, sonunda Türkiye'ye gelmiş, çocuklarını çilek toplayarak, bavul ticareti yaparak, sürekli yatmak zorunda olan hastalara, yaşlılara hemşirelik yaparak büyü

Köşe Yazısı

Bundan sonra... Ben de bir süre yazılarımı böyle yazacağım Ne de olsa... Memleket elden gitmiş, Bütün tersanelerine girilmiş, Bütün dersanelerini cübbeliler ele geçirmiş, Aykut Fenerbahçe'nin başına geçmiş... Gazetede sayfa israfı yapıyorsun diyorlar, Desinler Ben Uzun yazıyordum eskiden... Kimse okumuyordu... Şimdi fıkra yazmaya başladım... O bildiğin fıkra değil, edebi metin olarak fıkra... Kısa ve öz anlatıyorum derdimi... Bir takım ağır cümlelerle süsleyerek... Hani vardır ya, eşek dadıya bin üstüme demiş dadı da önce altını temizlemem lazım demiş, anlayın işte siz... daha fazla yazarsam... uzun oluyor okunmuyor... hem böyle satır satır yazınca bir havası oluyor yazdıklarımın... İnsanlar facebook'ta filan birbirlerine gönderiyorlar... Aslında herşey... bizim salak sekreterin benim el yazısıyla yazdığım köşeyi böyle iki aralıklı, böyle cümle cümle Word'e dökmesiyle başladı Bir bildiği vardır deyip do

Sık Sorulan Sorular ya da F.A.Q.

Abe dayı niye verdin beni kalaycıya? Kime vericektim gerizekalı? 38 yaşına geldin kör kalaycıdan başka talibin mi çıktı! Neden saçların beyazlamış arkadaş? Abi boyayı kestim ondan. Geçen gün Kadıköy'de vapur kuyruğundayım, önümde iki kız konuşuyo, kır saçlı erkekleri çok seksi buluyomuş cıvırlar, bi de böyle deneyelim. Neden çattın kaşlarını? Bilmiyom yar suçlarımı. Ya sorma, benim niyetim kaşlarımı kaldırtmaktı ama gerizekalı estetikçi botoksu yanlış yere yapınca böyle bi görüntü ortaya çıktı Kim arar söyle kim arar? Vefasız olanı kim arar? Şimdi burda Vefa'lı Vefasız ayrımı yapmayalım! Hepimiz bu memleketin çocuklarıyız! Bir hat alsın o Vefasız ben aramazsam şerefsizim. Kız sen İstanbul'un neresindensin? Genelde Cevahir'de takılıyorum. Ama Metrocity'ye de sık sık gidiyorum. Haftada bir mutlaka Kanyondayım. Karşıya geçtim mi Capitol'le Notilyus'u birlikte çıkarırım. Eskiden Akmerkez'e de çok gidiyodum ama artık sevmiyorum o kadar. Ay b

Bunları Biliyor Muydunuz?

Canım Türkiyem'de Gazi kıyafetlerinin 28 Kasım 1996 tarih ve 22831 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan yönetmelik esaslarına göre belirlendiğini ve buna göre başa takılacak olan kalpağın gri astragan kürkten olması gerektiğini biliyor muydunuz? Ayrıntılı bilgi için: http://www.muharipgaziler.org.tr/gazikiyafeti.html

Tavsiye

kafamcokkarisik'in en son takibatçısı Beril'in blogu çok hoşuma gitti, herkeşle paylaşayım istedim. Beril blogunda gördüğü rüyaları yazıyor. Rüya görmeye de görenin rüyasını dinlemeye de bayılırım. Beril'inkiler de diğer bütün rüyalar gibi çok enteresan tavsiye ediyorum efenim. http://sisterheliodora.blogspot.com/

Kaleci Eli

Eli kafasından büyük olan adamdan korkacan arkadaş! Ben bunu bilir bunu söylerim! Referandumda 'hayır'cılar bu eli kullanarak kampanya yapsaydı yüzde 82 oy alırlardı. Tamam kalecisin anladık Volkan da o ne biçim bir el lan! Yuh!

Yaşasın! Video Meselesini Çözdüm!

Teknoloji özürlü bir blog yazarı olaraktan yıllardır hayalini kurduğum fakat bir türlü beceremediğim, araştırıp bulamadığım, utancımdan da soramadığım video yükleme bokunu becermiş bulunuyorum ve de görmemişin oğlu olmuş çekmiş çükünü koparmış yapıyorum! Alın size beni hasta eden ve döndürüp döndürüp dinlediğim üç adet Battlestar Galactica parçası. Parçaların sahıbısı olan Bear McCreary'nin, All Along the Watchtower gibi bir şarkıyı Türkçemize kazandıran Bod Dylan'ın ve Battlestar Galactica'yı 80'lerdeki kiç halinden (çocukken de onun hastasıydım) çıkarıp hayvan gibi bir epiğe dönüştüren Glenn A. Larson dayıya teşekkürlerimi bir borç bilirim. Birinci parçamız Gaeta's Lament. İkinci parça Kara'nın babasının yıllar önce kendisine çaldığı melodiyi hatırlaması. Dizide bu parça öyle bir sahnenin üstüne gelir ki "Vay ananı bacını!" dedirtir adama Son olarak da All Along the Watchtower'ın Bear McCreary versiyonu. Bu da çok fenadır allah için!

Ceket

Geçen ay, liseden sonra ilk defa kendime bir ceket aldım. Aniden oldu :) Ben sadece kısa kollu gömlek almaya girmiştim mağazaya, tezgahtar "Ceket de alacaksın! Yoksa çocuklarını keserim!" diye beni tehdit edince yavrularıma kıyamadığım için... Boku kimsenin üstüne atamam. Adamcağız sadece "Size ceket de verelim" dedi. Ben de "Olur..." dedim. Çıktığımda iki tane ceket vardı elimdeki askıda. "Ne var bunda ki?" diyecek olanlar vardır. 35 yaşındayım ve liseden beri kendi nikahım da dahil bir kaç nikah dışında hiç ceket giymedim ben. Ceket benim için üstümde oluşturulmaya çalışılan otoritenin sembolü oldu hep. Sadece liseyle alakalı değil söylediğim şey. İnsan neden evlenirken takım elbise vb. giymek zorundadır? Çünkü topluma kabul törenlerinden bir tanesidir evlilik, sünnet gibi, ama sünnet edilirken oğlan çocukları soytarıya dönüştürülür, evlenirken soytarı gibi görünmen yasaktır. Yüzkitabı internet sitesinde arkadaşlarımın arkadaşlarının arkada

Şarkılar ve Hatırlattıkları-1

Yollar ve şarkılar çok kalıyor bende. Sarya 'nın bir önceki yazıya yaptığı  yorumda bahsi geçen "Bahçede Yeşil Çınar" türküsü, bu türküyü dinlememiş bile olsak bana hep o günü hatırlatıyor. Konya Ovası'nın derinliklerinde ilerliyoruz. Sabah beş, belki beş buçuk. Gün doğmak üzere. Arabayı kuzen kullanıyor, ben yan koltuktayım. Arka koltukta diğer kuzen ve kocası oturuyor. Babalarını kanserden kaybettiğimiz gün. Enişte mi demem gerekir bilmiyorum, iki tanem amcam var, biriyle iyiyimdir, öbürüyle olmak istemem, hayatta gerçekten ve hala amca dediğim tek insandı. Çocukken Susanoğlu'nda çadır kurardık. Çadırı kurma işi onundu, biz çadırın bağlanacağı iplerin kazıklarını çakarak, direkleri birleştirerek filan yardım ederdik. Her sene bize "İyi bakın öğrenin. Gelecek sene ben olmam, o zaman bu çadırı siz dikeceksiniz" derdi. Hafif bir burukluk yaratırdı bu bende. Ama insan -eğer yakınlarından birini çok erken kaybetmediyse- çocukken ölümün çok uzak olduğunu

İsyanım Var Yabancının Bizi Yanlış Anlamasına!

Alice in Chains efendi gitti (Bu arada "Swing on This" de ne hoş şarkıdır) şimdi de Lebron James kılıklı Dany Granger geldi! Bunların hepsinin derdi bizim kokumuzla! Efendi efendi! Senin ataların pamuk tarlalarında çalışırken benim atalarım koskoca bir cihan imparatorluğunu yönetiyordu haberdin var mı! Türkler ölmüş eşek gibi kokuyorlarmış! Ben kokmuyorum arkadaş! Genelleme yapıyorsun, gelip beni kokladın mı! Ha gelsen koklayacam dersen ben sana kendimi koklatır mıyım? Koklatmam! Neden? "Göster ama  koklatma" diye bir laf var Türkçe'de. Ama ne gösteririm ne koklatırım be sana pis uzun be! Sen koskoca bir cihan imparatorluğunu yönetmenin ne kadar zor bir iş olduğunu bilir misin? Nerden bileceksin! Meşakkatli iş! Ağır iş! İnsan ister istemez terliyor arkadaş! DNA'yı bulmuşsun ama ne işe yaradığını bulamamışsın ki sen daha! O ter kokusu DNA'lar yoluyla atadan bize geçiyor! Biz bu Cumhuriyeti tınraklarımızla kurduk Granger Efendi! Öyle iki tane kıçıkır

İstanbul

17 yıl önce bu şehre geldiğimde 18 yaşında İzmirli bir çocuktum. 18 yaşında İzmirli bir çocuk için çok yaralayıcı, yıpratıcı, sarsıcı bir şehirdir İstanbul. Bir o kadar da büyük, fantastik ve maceralı. Hazırlık okuduğum o ilk yıl, su arıtma cihazı satmak için Anadolu yakasının bir dibinden diğer dibine kadar dolaşınca ne kadar büyük olduğunu farketmiştim. Kurtköy'de F1 pisti ya da havaalanı yoktu, yol kenarında tahta tezgahlarda et satılıyordu o zamanlar. Kartal, Pendik, Tuzla çamur içindeydi, hala da öyle gerçi. Nasıl olup da koskoca bir ülkenin bütün özelliklerinin bir şehre sığabildiğini farkettiğimde afallamıştım. Metropoller dışarıdan aldıkları göçle büyürler ama o göçü kendi içlerinde eritirler, şehre ait hale getirirler. Şehir olmalarının gücünden kaynaklanır bu. Uygarlığın merkezidir çünkü şehir. İstanbul ise bunu becerememiş o göçle birlikte küçük şehircikler doğurmuştu içinden. Üsküdar başlı başına bir şehirdi mesela, denize yakın yerleri daha liberal, tepeleri gittikçe m

Memleketim, memleketim

Bugünkü Milliyet'te alt alta duran iki haber... Birincisi Ömer Çetin'le ilgili. Muğla'da okuyor, Ağrılı, para kazanıp ailesine göndermek için İstanbul'da inşaatta çalışırken düşüyor ve ölüyor. " İki gündür açım " demiş Ömer ninesine telefonda. İkincisi Seren Serengil'in mucize diyetiyle ilgili. Hamilelik sürecinde 80 kiloya çıkan Seren'in 45 günde nasıl 12 kilo verdiğini fotoğraflar eşliğinde anlıyoruz. Dişlerinizi ve dilinizi fırçalamanız lazımmış önce, sonra da büyük bir bardak su içmeniz. Su içmeyi sevmiyosanız limon katın içine canım efendim! Memleketim... güzel memleketim... yetenek olsa sen bana ne romanlar yazdıracaksın ama yok a.q. yok!

Pazar Yazısı

Bu pazar kahvaltısını Çırağan Four Season's Oteli'nde yaptık ailecek... Boğaz'dan geçen Malta Bandıralı tanker Manda'nın geçişini seyrederken California şarabında nemlendirilmiş şeftalilerimi yerken ülkemin son otuz yıllık macerası gözlerimin önünden bir power point sunumu gibi geçti... Otuz yıl önce Boğaz'dan sadece Sovyet Bandıralı gübre gemileri geçerdi... Romantik devrimcilerdik o zamanlar... Ben ve arkadaşlarım... Beşiktaş iskelesinde kar yağardı... parkalarımız delik deşikti... "Beni de al ey şanlı gemi! Halkların kardeşliğine götür beni!" diye bağırırdık... İçimizden elbette... asker kol gezerdi soğuk ve boş Beşiktaş sokaklarından... göt isterdi gerçekten bağırmak... o da biz de yoktu... darbe zamanıydı... boş Beşiktaş'ta dolaşmak bile göt isterdi çok afedersin... Boş beşik... sanat yaptım... evet ben bunu yapıyorum bazen... evde California şarabımla tüttürdüğüm cohibanın dumanına bakarak... bazen dumandan delikler yaparak sanat yapıyorum.

Sabah Saçmalamaları

Nefrit olmaktan nefrit ediyorum!  (Hiç olmadım o ayrı) O değil de, insanın idollerinin kendini bozması kadar kötüsü yok be... Kimseye güvenemiyosun bu hayatta. İşte bu yüzden, sırf bu yüzden gerçek idol kendini bozmaya fırsat bulamadan ölen idoldür. Gözünün yağını yiyim Jim Morrison'un ve diğer 27'liklerin. Kendimi kaybedercesine dolaşmak istiyorum New York sokaklarında. Amerika Irak'taki muharip askerlerinin sonuncusunu da bugün geri çekmiş bulunuyor. İşte asıl eğlence bundan sonra başlayacak. Yeni çıktı bu "bebek" modası. Gülben Ergen'in çocuğundan çıktı sanıyorum. Hülya'nın Zehrasına neden hiç Zehra bebek demedik? Ayıp olmayor mu? Şimdilerde 5 yaşına kadar bütün çocuklara Kıl Bebek Tüy Bebek deniyor haberlerde. Baby Jesus sen nelere kadirsin. Bir kere daha anlıyor ki deli gönül, bir dil sözcüklerden bozulmuyor. Türkçe pratik dildir, yabancı dilde bir kelimenin karşılığını bulamıyorsa, şak diye alır içselleştirir ama o kelimeyi kendi cümle yapısının

Vedağğğğğ!!!

Biraz önce Veda'yı seyrettim. Başlangıçta bir beş dakika filan normal hızda, sonrasında hızlandırarak. Film hakkında bir kaç notum var. 1) Lisede inkılap tarihi görmüş herhangi bir vatan evladı bu filme niye gider? Onun yerine Bayram Bayraktar'ın inkılap tarihi kitabını aç oku, bir de arkasından Sarı Zeybek patlat tamam. Ne ki şimdi bu? 2) Eğer farklı bir yerden bakmayacaksan, resmi tarihin sınırları içinde, ne etliye ne sütlüye bulaşmadan film çekeceksen Cin Ali'nin maceralarını çekseydin be Zülfüm! 3) Hadi bunların hiçbirini yapamadın, bari savaş sahnelerini yüklenseydin diyeceğim ama onlar zaten oofff offf! Pankreas güreşçileri bile filmdeki figürasyondan daha iyi rol keser. "Hain düşman al sana bombe!" kıvamında takılan bir takım elli liralık figürasyonları kameranın önünden geçirmekle savaş sahnesi çekilemeyor. Ziya Abi'den hiç mi ders almadın Zülfüm? Niye yiyemeyeceğin havucun altına yatıyorsun ben onu bir anlasam! 4) Niye ki bu film yani şimdi? Niy

Nasıl Okuyorum

Belki de bu kendi şahsen öz çabalarımla bulduğumu sandığım ama bir çok insanın uyguladığı bir metoddur. Bana çok olur bu, çırpına çırpına bir pratik yöntem bulduğumu düşünürüm, birileriyle paylaşırım, "Aaa o mu, onu biz yıllardır yapıyoruz, hatta Amerika'da sırf onu yapan bir alet geliştirimişler!" gibi cevaplar alırım. Yıllar önce, üstünde Sapık filminin kült sahnesi olan perdenin arkasındaki bıçaklı gölge olan bir duş perdesi tasarlamanın eğlenceli olacağını düşünmüştüm, bunu da lisedeyken şimdi Barcelona'nın en sevilen vatandaşlarından olan can kardeşim Sinan'a anlatmıştım. Sinan yıllar sonra elinde bahsettiğim duş perdesiyle çıkageldi. "Aha da yapmışlar" diye. Bu da onun gibi bir şey olabilir, uyarmadı olmasın. Uzun yıllar yoğun bir tempoyla çalıştığım, işim de beynimin çok büyük kısmını elinde tuttuğu için kitap okumaya ya da film seyretmeye ayırdığım zaman hep kısıtlı oldu. Öte yandan tüketici zihniyeti yeni kuşaklara göre daha az gelişmiş bir ar

İlyada

dikkat: bu yazıda çağrışım yoluyla kötü espriler yapılacaktır, lütfen 18 yaşından küçüklere okutmayınız Klasikler çok bahtsız kitaplardır. Okumadığı halde okuduğunu söyler çoğu insan. Utanılacak bir durum da değildir üstelik bu. Çünkü klasiklerini konusunu bilirsin. Özetini okumuşsundur okuldayken. Ya da çocuk kitabı olarak elinden geçmiştir bir dönem. Hiçbir şey olmasa edebiyat kitaplarında konusunun ne olduğunu anlatan iki paragraf vardır. O sana yıllarca yeter. Şimdi aziz okur, ben alttaki yazıyı yazdıktan sonra, ki yıllar önce Troy'u seyrettikten sonra yazmıştım onu, Troy'un yeni çıkan yönetmen versiyonunu seyrettikten sonra şans eseri bulmuştum eski yazdıklarım arasında, aklıma bu mesele takıldı. Gene bir versiyonla karşı karşıyaydım. Gene bir özetle. Homeros dayı bundan 2500 yıl önce söylemiş, rahmetli Azra Erhat hanımefendi (Ki ben onu yıllardır erkek sanırdım), A. Kadir'le bir olmuş aslanlar gibi bir çeviri yapmış 30 sene önce, üstelik kitap kütüphanede durmakta,

Tarihten Sekmeler

Truva filmini hatırlıyorsunuzdur. Aşil, kuzeninin Hektor tarafından öldürüldüğünü öğrendikten sonra tek başına Hektor'la hesaplaşmaya gelir. Kuzenini öldüren Hektor’u aşağı çağırır. “Hektoooor! Hektooooor! Hektor da “Tamam” der, “Artık kaçınılmaz olan başa geldi, Aşille karşı karşıya kalacaz çaresi yok.” Aşil’in şakası olmadığını herkes gibi o da bilmektedir tabi. Ailesiyle helalleşmeye başlar. “Hakkını helal et baba…" “Helal olsun oğlum.” “Baba, kredi kartına 4 bin lira borcum vardı. Ödersiniz artık ben öldükten sonra…” “Hassiktir. Ulan şimdi mi söylenir bu!” Bu arada Aşil hala aşağıdan seslenmektedir. “Hektooor! Hektooor!…” Hektor’un işi bitmemiş ama daha, duymazdan gelir. Kardeşine geçer. “Hakkını helal et abi” “Helal olsun kardeşim. Yalnız bana bak, Assos tarafındaki tarlaları satarsan iki cihanda elim yakanda ona göre, ilerde çok değerlenicek oralar.” “Tamam abicim sen merak etme…” Aşil hala aşağıdan bağırmaktadır. “Lan Hektooor! Hektoooor

Ya ama yaaa!

Milliyet.com.tr sonunda bunu da başardı Erzincan-Sivas Karayolunu durdurabildi! Güzel gazeteci kardeşlerim, internet oynatıcısı gençler, hiç mi editörünüz düzeltmeniniz yok sizin ben anlamıyorum ki! Bu ne lan!
4.17. Gene tanıdığım bildiğim saatlerdeyim. Yok. Ben bir sabah insanı değilim, olamayorum. Sabahın dokuzu mesela çok anlamsız geliyor bana, kaldırılsın o saatler bence. Gerek yok. Daha çok gece saati olsun. Bazen gideyim İskandinavya'ya geceye denk geleyim bitmesin o geceler diyorum. Ama o da kar etmez, bir yerden sonra sabahını gecede yaşamaya başlamıştır sonuçta İskandinav insanı. Gürültü yapar, korna çalar, seyyar satıcı geçer orada da istemem. Ama bak şimdi ne güzel. Uzakta bir yerde durmadan öten alarmın sesi şimdi sustu. Gündüz olsa duyamazdım o sesi. Ya da bilgisayarımın havalandırmasının sesini. Düşük frekanslara aşinayım ben. Böyle sesler varken beynimi toplayabiliyorum. Karşı apartmanın dingil kapıcısı ve kızı merdivenlerin orda halay çekmeye başlıyorlar, yaz da geldi ya, gene Yozgat'ın kırlıklarında dolaşıyoruz maşallah. Onların konuşmasını duymak zorunda kalıyorum gündüz. Ama şimdi öyle mi? İkisi de osura osura uyuyorlardır. Uyusunlar. Kafam gidip gidip geliyor

Buyrun Burdan Yakın

Cebimdeki Matara alltaki yazıya bir yorum yazmıştı, ben de ona cevaben bir şeyler yazıyordum ki hadise cevaben olmaktan çıkıp doğrudan bir yazıya dönüştü. O yüzden buraya almaya karar verdim. Mataracan doğru dedin güzel dedin de işin bir de biz sıradan insanlara patlayan bir tarafı var, bir tarafta Hamas, diğer tarafa Bibi, burda da Recep taşı ateşe atıyorlar, kor kıvamına gelince getirip avcumuzun içine bırakıyorlar. Filistin meselesi uzun süredir uzakta "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" halinde gidiyordu. İşgaller, yerleşimciler, yerleşimcilere atılan roketler, o roketlere karşılık hava saldırıları. 2000-2006 yılları arasında 4000'den fazla Filistinli 1000'in üstünde İsrailli ölmüş. Ölüm bir yerden sonra kanıksanıyor. Dediğin gibi o insani yardım konvoyu gerçekten insani bir şekilde yerine ulaştırılmak için yola çıkmadı. Amaç bizi o kanıksama durumundan çıkarmak ve taraf haline getirmekti, pis oyun, ama işe yaradı. Kafa karışıklığının başladığı nokta da orası o

SADECE BENİM Mİ KAFAM ÇOK KARIŞIK?

Yaser ölürken elimize iki ucu boklu bir değnek bıraktı. O günden beri neresinden tutacağımızı bilemiyoruz. 70'lerde Türkiye'de ve dünyada Filistin davasını desteklemek kolaydı. Motifleri çok netti çünkü, anti-emperyalizm, halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, haksız bir işgale karşı mücadele, seküler bir anti-semitizm. Arafat müthiş bir satranç oyuncusuydu çünkü. Yeri geldi mi Arapların kulağını çekiyor, Filistin davasının Arap davası olduğunu haykırıyor, yeri geldi mi Camp David'de Ehud Barak'ı kapıdan içeri itiyordu. Olabildiğince çok insanın desteğini çekebilmek belli noktalarda olabildiğince köşesiz olmayı gerektirir. Arafat bunu çok iyi biliyordu. Namaz kılıyordu ama Hristiyan bir Arapla evlenmekte sakınca görmüyordu. Arafat söz konusu olduğunda emin olabileceğimiz iki şey vardı. Birincisi müthiş gururlu Filistinli bir Arap olduğu, ikincisi 20. yüzyıl tarihinin en savaşçı liderlerinden biri olduğu. Nobelin garip cilvesi de onu barış için uğraştığı dönemde buldu

Beklemek

Beklemek benim çok iyi yapabildiğim bir halt değil. Beceremiyorum. Hayatta en iyi bekleyebildiğim yer zıpkın yaparken kendimi sakladığım oyuk. Oraya geçip biraz sonra köşeyi dönüp şişleneceklerinden habersiz balıkları bekleyebiliyorum. Yaz kış. Soğuktan ve hareketsizlikten içim titrese de, susuzluktan gebermiş de olsam bekliyorum... bazen saatlerce. Bazen önümden büyük bir çaba sarfederek geçen daha tırnak ucum kadar olan sinarit yavrularını seyrederek, bazen derinleştikçe koyulaşan maviye kilitlenerek. Ama o mavinin içinden ara sıra parlak gümüş rengiyle gözümü alan bir balık çıkar, bir anda konsantre olurum, elim tetiğe yapışır ve atışımı yaparım. Alırım ya da alamam o ayrı. Ama beklerim. Mavi Boncuk filminin birbirinden güzel kahramanları hafta sonları maç kuyruğunda beklerler mesela. Değnekçileri de Zeki Alasyadır. Kafaladığı adamı getirir, bekleyenin yerine koyar, üç beş ne atarsa alır, eyvallah der çıkarlar sıradan. Böyle bir mesleğin niye hala varolmadığını anlayamıyorum mes

Bugünlerde Kendimi...

Bugünlerde kendimi Fırt dergisindeki karikatür gibi hissediyorum. İlla üstteki gibi değil ama herhangi bir karikatür gibi. Bundan yirmi sene önce güncel olan, o gün belki de keskin bir zekanın ürünü olan, gündemi çok iyi süzmüş ve espriyi tam yerine koymuş oturtmuş, belki bir gülümsemeyle belki de yerlere yatarak atılan kahkahalarla karşılığını bulmuş, belki hafta başında okulda "Fırt'taki karikatürü gördünüz mü oğlum!" diyerek anlatılmış ama tamamen tüketildikten sonra unutulmuş, yirmi yıl küflü bir bodrumda bekledikten sonra sahafa çıkmış meraklısını bekleyen bir sayının içindeki artık sikindirik olmuş bir karikatür gibi... Saltanatı on beş dakikadan ibaret olan bir karikatür... Bu duygu, oldukça pis bi şeymiş...

Bu yazıyı kendime yazdım

Ben hep hayalperest bir adamdım. Çocukken de böyleydi bu. Çoğu çocuk karanlıktan korkar ya, ben odamın kapısını kilitler, bir mum yakar, gözlerimi kapar ve dinlerdim. Karanlığın sesini, Üçkuyular çukurunun seslerini dinlerdim. Dışarıda bir gerçek hayat vardı. Beni kıran, hırpalayan, acıtan. Bir de hayallerimdeki hayat. Ben hayallerimin peşinden koştum hep. Hayal dünyamı gerçek dünyaya tercih ederim. İlkokulun bahçesinde sarı kalın plastikten yağmurluğumun boynunu ilikler, kapüşonunu başıma geçirir, kollarımı iki yana açar, dandiriden oyunlar oynayan, (şimdiye çoktan dandiriden adamlar ve kadınlar olmuşlardır) çocukların arasında uçardım. Tepe açı, bahçedeki siyah önlüklü çocuk kalabalığının arasından geçen sarı bir leke. Tevfik Fikret'in hazırlığına başladığım gün aşık oldum. Kendini bilen tombalak, çirkin, doğru düzgün kirpiği bile olmayan bir çocuktum. Dün bir arkadaşla konuşuyorduk. "Platonik benim olayım değildir" dedi aşktan bahsederken. Platonik benim olayımdı.