Yazının başlığındaki söz oyununu anlayan arkadaşları tebrik ediyorum. Çok yorgun olduğum zamanlarda çağrışımlar uçuşuyor beynimde. Son bir haftadır farkettim ki bu sadece beynimi yormakla alakalı değil, fiziksel yorgunluk da aynı etkiyi yapıyor bende. Geçen gün Anıl'a bir mail attım "Anıl şunu şunu ediver" şeklinde sonra da arkasına "ya da Halide Edip Adıvar nihahahaé!" yazmışım. O derece fena olabiliyorum. Gene geçen gün Ekin eski sokağımızdan köpeklerimize atlayan ve bizi üç buçuk attıran keneleri hatırladı ve "Gökhan kene var mı?" diye sordu. Ben de boş bulunup "Yok ama istersen getirtebilirim" dedim ve yere düşüp bir saat kadar güldüm. Ekin nefret etti benden ama n'apıyim o anda acayip komik gelmişti ve itiraf ediyorum hala da çok komik geliyor. Anlatılmaz yaşanır.
Bir yandan taşınma dertleriyle uğraşırken bir yandan da Macaristan’da yapacağımız kamp için hazırlık çalışmaları yapıyordum pazartesi günü. Şeytanın dürtesi geldi beni. İstanbul’da yola çıkacağız. 1200 kilometre yapıp Belgrad’a ulaşacağız. Orada bir gece kalıp oradan Macaristan’da kalacağımız Heviz şehrine kadar bir 400 kilometremiz daha var. Bulgaristan, Sırbistan ve Hırvatistan, Macaristan ellerine girmeden önce geçeceğimiz ülkeler. Daha önce defalarca vizeyi aldığım salak Sevtap’a Sırbistan ve Hırvatistan’ın transit geçiş için vize isteyip istemediğini sordum ve her seferinde hayır cevabı aldım. Bununla da yetinmedim Sırbistan Başkonsolosluğunu aradım, Ankara’yı. Oradaki amca da bana transit vize gerekmediğini söyledi. Peki ben niye bir kere daha aradım ki Ankara’yı pazartesi günü? Bilmiyorum, dedim ya şeytan dürttü. Bu sefer çıkan amca transit vizenin gerektiğini söyledi. Ben de açtım Zevtap’a “Zevtap Sırbistan transit vize istiyormuş” dedim. O da olabilecek en pişkin haliyle “Aaa evet siz arabayla gidiceksiniz, istiyor” dedi. E güzel, sıçtık o zaman… Ekin uçağa binemiyor. Sırbistan’dan giremeyeceksek, Romanya’dan girelim. Arıyorum Romen Başkonsolosluğunu, onlar da transit vize istiyorlar. Bizim Cuma günü yola çıkmamız gerekiyor. Transit vize için gerekli malzemeleri toplamamız en az bir gün, Salı vize başvurusunda bulunsak yüzde seksen ihtimal çıkarmış, öyle buyurdu Zevtap salağı.
-Ya çıkmazsa?
-O zaman pazartesi kesin çıkar.
-Ulan salak, zaten bizim orda kalacağımız yedi gün, dördünü çıkardın mı geriye bir şey kalmıyor ki.
-Yorum yok.
En çok da Ekin’e üzüldüm. Budapeşte ve Viyana’nın Lonely Planet’larını daha bir ay öncesinden İstanbul’un muhtelif kitabevlerinde aramaya başlamış. Robinson Crusoe’da da bulamayınca sipariş vermiş, onların dışarıdan getirttikleri kitaplar listesine bunları da ekletmiş, sonra kitaplar gelince büyük bir heyecan içinde açıp incelemeye başlamış. Gitmemiz gereken yerleri, nerde ne yenmesi gerektiğini vb. teker teker bana anlatmaya başlamıştı. Ama şu Macar ellerinde geçirdiğim iki günden sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki Allah’ın sevgili bir kuluymuş, iyi ki de gelmemiş! En azından bu seferimize.
Ben bugüne kadar yaptığım hiçbir yolculukta arka arkaya bu kadar çok terslikle karşılaştığımı hatırlamıyorum.
Budapeşte’nin Ferhayeyaşaö (Adını hatırlamıyorum, aşağı yukarı böyle bir şeydi, buradaki isimleri okumak çok zor, akılda tutmak zaten imkansız) havaalanına indiğimiz andan itibaren her şey ters gitmeye başladı. Atatürk, bir Havaalanı değil, Hava Limanı, buradakine havaalanı bile denemez en fazla havalimancığı ya da havakoyu denebilir. Küçük, dandik bir yer. Konya Havaalanı kadar en fazla. Meydanda dört beş tane uçak duruyor sadece. Uçaktan iniyoruz, bizi götürecek olan otobüse biniyoruz. Otobüs yola çıkıyor, iki dakika sonra bir yerde duruyor, binaya gireceğimiz kapıyı görüyorum pencereden, ama otobüs kapılarını açmıyor, birkaç saniye sonra yeniden hareketleniyor, meğersem bizi yanlış kapıya getirmiş, bir U dönüşü yapıyor, iki dakika daha gidiyoruz, başka bir kapıya geliyoruz. “Heh heh salak şoför, kapıları karıştırdı” diye düşünüyorum ama aslında Macaristan Laneti’nin başladığı anın bu olduğunu anlayamıyorum. Pasaport kontrolüne giriyoruz. Aaaa süper, sıra filan yok. Polis teyze pasaportumu iyice inceliyor, eviriyor çeviriyor, bu sırada yan bankoda Kuzey Afrikalı olduğunu tahmin ettiğim benden uzun başı örtülü bir bacı, yanında iki tane (bir kız bir oğlan) dünya tatlısı, sessiz çocuğuyla beklemekte. Ben geçiyorum, arkamdan Yılmaz veriyor pasaportunu, bir dakika filan sonra da onun geçeceğini tahmin ediyorum ya ben, öyle olmuyor. Polis teyze uzun uzun bakıyor Yılmaz’ın pasaportuna, önündeki büyütecin altına tutuyor, mor ışığın altına tutuyor, bakıyor da bakıyor. Bu arada valizler inmeye başlıyor. Yılmaz ve zenci aile hala içeri girebilmiş değiller. En sonunda dayanamayıp Yılmaz’ın yanına gidiyorum. Polisler pasaportları kendi aralarında dolaştırıyorlar. Yılmaz’ın pasaportu önce sağ bankodaki polise sonra sol bankodaki polise gidiyor. Zenci bacı ve çocukların pasaportu bizim polis teyzenin elinde. Sinirlenmeye başlıyorum doğal olarak. Ulan altı üstü Macaristan’a girmeye çalışıyoruz be ablacım uzatmayın ya!
Ama uzatıyorlar. Bir onbeş-yirmi dakika sonra sanırım evirip çevirmekten sıkıldıkları için, Yılmaz’ın pasaportuna damgayı basıyorlar. Ama Zenci bacınınkine basmıyorlar. Onu ve çocuklarını içeri alıyorlar, bir köşede bekletmeye başlıyorlar. İkimizin de aklına takılıyor bu konu. Neyse, bagajların indiği dönen zamazingonun yanına geliyoruz. Acayip susamış ve sigarasamış durumdayım, benim valiz gelince, biraz daha bekliyorum, bu arada topuklarım ağrımaya başlıyor, nasıl olsa modern bir ülke burası beş dakika sonra Yılmaz’ınki de gelir diyerek valizimi alıp dışarı çıkıyorum, solda bir kafe var, gidip iki küçük şişe su alıyorum, 6 Euro’yu bayılıyorum suya ama umurumda değil, dikiyorum hemen. Sonra dışarı çıkıp bir sigara tellendiriyorum, sonra içeri girip araba kiralama şirketlerinden fiyat listesi alıyorum, sonra gazete bayine gidip öylece bakıyorum bir süre. Bu arada Yılmaz hala çıkmış değil. Ulan altı üstü bir valiz lan! Hadi! Arıyorum Yılmaz’ı hala bekliyoruz diyor. Bu arada etrafta dolanan bir Arap-zenci amca görüyorum, Amerikalı sanırım. Danışmaya bir şeyler soruyor filan, gözümden kaçmıyor. O sırada bir Türk yanaşıyor yanıma, ailesi içerdeymiş, valizlerin hala çıkmadığını beklediklerini söylüyorum. Beni başka bir bankoya çekip taksiye boşu boşuna fazla para vermememizi, bizim merkeze, otelimize kadar götürebilecek minibüsler olduğunu söylüyor. İyi onlarla gidelim, minibüs için bilet almama yardım ediyor sağolsun iki kişi 19,5 Euro, bu arada Yılmaz tekrar arıyor. İçerdeki kayıp eşya bankosuna gitmişler, teyze biraz sonra gelecek filan diyor İngilizce, dinleyip Yılmaz’a çeviriyorum, “hay Allah keşke çocuğu içerde bırakmasaydım tek başına, ilk defa yurtdışına çıkıyor, üstelik İngilizcesi de çok yok, başına bir şey gelirse sıçtık diyorum” kendi kendime. Ben bunları düşünürken Yılmaz geliyor, en sonunda valizleri gelmiş, birlikte çıkıp birer sigara içiyoruz. Çıkış kapısının önündeki minibüsü görüyorum, ona bineceğiz, içerideki araba kiralama şirketlerinden aldığım listelerden en uygun arabayı bulmaya çalışıyoruz. Yılmaz kapıdan çıkarken Arap-Zenci amcanın kendisine bir şeyler söylediğini ama anlamadığını, içerde bekleşen zavallı kadının kocası olabileceğini söylüyor, içeri girip adamın yanına geliyorum. Eşini bekleyip beklemediğini soruyorum. Adam gözleri parlayarak “Yes!” diyor. Durumu anlatıyorum. Çok teşekkür ediyor, yeniden dışarı çıkıyoruz. Bineceğimiz minibüs ortada yok. Meğersem 17.40 itibariyle kalkmış. 17.50’de yeni bir minibüs geliyor. O arada sol tarafta bir taksi servisi olduğunu görüyorum. Havaalanından şehre 21 Euro fiks fiyat. Ulan! Ulan! Yeni bir minibüs geliyor o sırada şoförüne elimdeki kağıdı gösteriyorum, buraya gidecez biz diye, şoför ben o tarafa gitmiyorum diyor. Ulan! Ulan! Aklıma yardımsever şerefsiz Türk arkadaş geliyor. Daha ucuza gidersiniz minibüsle demişti ya hani. 1,5 Euro daha ucuza gitmek için mi aldım ben bu biletleri yani! Zenginim lan ben! Bana 1,5 Euro mu koyacak! En sonunda dayanamıyoruz, gidiyoruz taksilerin oraya, veriyoruz 21 Euro’muzu paşa paşa. 21’e gideceğimiz yere Türk arkadaşın aklına uyduğumuz için 40 Euro’ya gidiyoruz böylece. Sen niye uyuyorsun Türk’ün aklına kardeşim zaten!
Neyse taksi geliyor, şoför mahalinden Nigar Ulumemeler, Adile Naşit karışımı bir abla iniyor, bagajı açıyor, valizlerimizi yallah ediyor, ulan ağır, dur yardım edeyim, centilmenim ya, sırt çantamı alıp bagaja atacak oluyorum, kadın “bekle!” diyerek beni haşlıyor. Tamam .mına koyim sana yardım etmeye kalkanda kabahat! Zaten bir saatten fazla süredir havaalanından çıkmaya uğraşıyorum hafakanlar basmaya başlamış, bir de üstüne abladan azar işitiyorum. Manyak karı! O sırada Arap-Zenci amcanın karısı ve çocukları yanında olduğu halde önümüzden geçiyor. Elimi sıkıyor şevkle, teşekkür ediyor, ne demek diyorum. Yeter ki senin bu küçük hikayen güzel bitsin.
Atlıyoruz taksiye, çıkıyoruz yola, abla daha biner binmez çingene pembesi telefonuna sarılıyor, sonra onu kapatıp gri telefonunu açıyor, araba otomatik vites değil, bir yandan sürüyor, bir yandan telefonla konuşuyor bir yandan vites değiştiriyor, bir yandan da tam bir Türk taksi şoförü gibi ani manevralarla sıkışık yerlerden yırtıyor. Keşke şoför mahalinin fotoğrafını çekebilseydim. Arabanın anahtarlığından pembe bir tavşan sarkıyor, havalandırmanın üstüne ablanın doğurduğunu tahmin ettiğim bir bebek fotoğrafı, vites kutusunun hemen arkasındaki boş bölmede fondöten, fırça ve bilumum makyaj malzemesi durmakta, dikiz aynasından aşağı çok küçük sahte incilerden yapılmış bir halat sarkıyor. Tam bir kadın yani.
Bu arada inceden Budapeşte’ye giriyoruz, sokaklar, caddeler geniş, ama trafik sıkışıklığı söz konusu. Herkes medeni bir şekilde tek şerit ilerliyor, bizim abla solda bulduğu boşluktan yardırıyor, olmadı kaldırıma çıkıyor, arkasında kalan arabanın yolunu kesiyor. Allahım ben İstanbul’dan çıkmadım mı? Burası hala İstanbul olabilir mi? Ya da bu kadın Türk olabilir mi?
Geniş bir caddede 300 metre kadar ileride trafik ışıkları, yeşil yanıyor, yol sola doğru kıvrılıyor. Şoför Melahat bir asılıyor gaza koltuklarımıza yapışıyoruz, ulan 300 metre sonra sola döneceksin, bu hızla nasıl döneceksin? Gittikçe hızlanıyoruz, kadranda 100’ü görüyorum ve çarpmaya 100 metre, 50 metre, 20 metre, sonra ani bir fren ve sola doğru cart diye kıvrılıyoruz kırmızı yanmadan, kenara çektirip madalyasını takıyorum Nebahat’in, sonra yolumuza devam ediyoruz.
Tuna’yı aşan köprüye gelince Budapeşte’nin genel görünümü çıkıyor önümüze, evet bir şehir işte. Baya bildiğin… Ne biliyim, yıkılmadım kısacası ben Budapeşte’yi görünce. Şehrin düz kısmını, sanırım Buda dedikleri kısmı yani, bir günlük bisiklet turuyla rahatlıkla dolaşabiliyorsun. Nehrin bir tarafı ne kadar düzse diğer tarafı da o kadar tepelik, garip bir asimetri var yani nehrin iki tarafında. Ben bunları düşünürken otelimize geliyoruz. Gellert otel, nehrin kenarında bir 19 y.y. binası. Dışarıdan çok güzel, içerden de fena sayılmaz. Resepsiyona geliyoruz. Rezervasyonlarımız var Gökhan ve Yılmaz. Resepsiyonist amca “hayır yok” diyor. Ne demek yok? Nasıl olur? Ta ta ta taaam! Macaristan Laneti Bölüm İki!
İnternette her zaman kullandığım Venere.com diye bir site var, rezervasyonlarımı hep ordan yaptırırım bugüne kadar da hiç beni üzmemişti. Ama bu sefer üzüyor. Ya da ben taşınma yorgunluğu yüzünden bir şeyleri eksik yaptım o yüzden rezervasyon tırtladı. Peki olabilir, boş oda var mı? Allahtan o var. İki tane oda istiyoruz. Odalarımıza çıkıyoruz, otelin arkasında, nehri filan görmeyen iki dandik oda. Dandik dediğim temel ihtiyaç maddelerinin hepsi var ama… Kısaca bana o odadan geçen ve Macaristan’ın her yerine uygulayabileceğimi düşündüren şu duygu geçti. Bu adamlar 2008 itibariyle Avrupa Birliği’ne girdiler ama kafaları hala komünist dönemdeki gibi çalışıyor. Hava sıcak ve üstüne leş gibi nemli olmasına rağmen odada klima yok mesela. Hiçbir yerde klima yok. Dükkanlarda, restoranlarda filan da yok yani. Hala azla yetinmeyi biliyorlar, tüketim çılgınlığı had safhada değil, hatta henüz gelmemiş bile buralara.
Gellert otele tav olmamı sağlayan şey hemen önündeki güzel bir demir işçiliğiyle yapılmış Özgürlük Köprüsü’nün gece çekilmiş fotoğrafıydı fakat benim odam arka solda kalan sokağı, Yılmaz’ınki daha da fenası çatıyı görüyor. Ha, Özgürlük Köprüsü’nü görsek ne olacaktı? İnşaat işçileriyle kesişecektik, çünkü köprü tadilatta! Her yerinden bir şeyler sarkıyor. Toz toprak, sadece iki kişinin yan yana geçebileceği kadar bir yaya yolu bırakmışlar, gerisi inşaat. O yaya yolundan da teker teker yürüyebiliyorsun çünkü doğal olarak karşıdan da birileri geliyor. Otelden çıkıp, köprüyü geçiyoruz, şehrin yaşam merkezine doğru ilerliyoruz, açız, bir şeyler yiyeceğiz, restoranların önünde Bodrum, Marmaris gibi yerlerdeki ayakçılar çıkıyor hemen önümüze. “Buyurun abicim” hesabı. En sevmediğim şey. Adamlarıma söylüyorum, hepsini ayaklarından vuruyorlar. Bu arada biz güzel, şık bir restoran görüyoruz, ayakçısız, “Gel abim!” yapmayan diğerleri gibi sokağa masa atmışlar, oturuyoruz. Yemeğimizi yiyoruz, yemek yerken yan masadaki İtalyan çifte sarkıyorum, muhabbet etmeye başlıyoruz. Açılış cümlem, elbette ki İtalyanca (Lütfen!) “Pardon, siz Romalı mısınız?” oluyor. “Evet” diyorlar. “Aksandan anladım” diyorum ukalaca. Adam “Ama ben Sicilyalıyım, yengen de Floransalı be gülüm” diyor. Konuyu hemen başka bir yere akıtarak yırtıyorum meseleden. Nihayetinde Sicilyalı amcayla hemşeri çıkıyoruz. Ben onun sayesinde köken olarak Sicilyalı olduğumu öğrenemiyorum maalesef, öyle bir şey olsa hemen soluğu İtalya’da alırım zaten, “beni de alın laaaan!” diye. Amca Rum kökenli çıkıyor. Ailesi üç yüz yıl filan İzmir’de yaşamış. Ninesi İzmir Rum’u. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sicilya’ya göç etmişler. Baklava, kadayıf, cacık filan derken bir rakı açtırtıyoruz garsona, lakerdaydı, favaydı filan derken iki büyüğü bitirmişiz. Bunlar olmadı tabi ama Macaristan’da geçirdiğim şu üç günde rakı içmek istediğim çok zaman oldu.
Yemekten sonra bir yürüyüş eyliyoruz akıntıya kapılıp, karşımıza güzel bir meydan çıkıyor, meydanın solundaki sokakta da casinolar. Benim elimde marketten alınmış diş fırçası, macunu, su filan var. Aldırmayıp giriyoruz içeri, mini etekli abla alıyor elimden çantayı, giriyoruz içeri, bir sürü makine, uzatmayayım, üç saat kadar sonra 400.000 Euro kazanmış olarak çıkıyoruz. Bir de kumarhanenin verdiği Porsche var, onu da kazanmışız farkında olmadan. Alıyoruz onu da otele dönüyoruz. Yorgunluktan gebermiş olduğum için euroları saymadan uyuyorum
Ertesi sabah açık büfe kahvaltı Türklerin gelişine şahit oluyor. Herkes bir dilim karpuzdu yok müsliydi filan dandiri kahvaltılar yaparken, kahvaltının günün en önemli öğünü olduğuna inanan biz Türkler, özellikle de ben masayı donatıyorum, peyniri, yumurtası, jambonu, meyve konservesi, reçeli, balı, poğaçası boku püsürü. Turistler ve garsonlar korku içinde bakıyorlar. Acaba onların hepsini yiyecekler mi diye. Elbette yiyoruz.
Kahvaltıdan sonra birer sigara tellendirip soluğu araba kiralama şirketinin şehrin merkezindeki ofisinde alıyoruz. Hertz’deki abla bize arabalarının kalmadığını söylüyor. Hiç mi yok? “Bir tane yedek lastik var onu veriyim isterseniz” der gibi bakıyor abla. Peki o zaman Avis nerde? Veriyor adresi, her zamanki üstün harita okuma bilgimle şak diye çıkarıyorum Avis’i. Ama o da ne! Avis’te de araba yok. Peki Europcar? Orası zaten yok. Bana tarif edilen alan dahilinde Europcar’a benzeyen en ufak bir tabela yok. Neyse giriyoruz bir apartmanın iç avlusuna, çünkü ben “rent a car” yazısı görmüşüm, oradaki minik büroda şirin, salak, kekeme Macar kızı elimize tutuşturuyor Avalon diye bir Macar şirketin broşürünü, fiyatlar da uygun. Hemen kiralayalım o zaman biz, getirsinler buraya şimdicik. Kız arıyor şirketi, bildiğim herhangi bir dile benzemeyen Macarca konuşuyor amcalarla, bize dönüyor ve beşten önce alamayacağımızı söylüyor. Aksilik bitmiyor bitmiyor bitmiyor. “Tamam anasını satayım” diyorum. “Beşse beş, yeter ki siktirolup gidelim şu uğursuz Budapeşte’den!”, ofisten çıkıyoruz, hemen yan tarafta bisiklet kiralayan bir yer, zaten topuklarım ağrım ağrım ağrıyor. Yılmaz’ın teklifine hemen atlıyorum. Alıyoruz bisikletleri. Atlıyoruz atımızın terkisine, çok uzun zamandan beri sürmediğimiz kadar bisiklet sürüyoruz. Şehrin düz kısmının altını üstüne getiriyoruz herkes kaçıyor biz çılgın bisikletçilerden çünkü acımasızca üstlerine sürüyoruz bisikletlerimizi, bir iki kişi altımızda kalıyor bu arada ama umurumuzda değil!
Pedallara yüklenerek otele gidiyoruz önce check-out yaptırmak için. Otele geliyoruz, resepsiyondaki abi bize Kazım Kazım diye sesleniyor. Hakan Şükür’ün bu milli takımda neden olmadığını soruyor, müthiş oynadığımızı, üç defa fantastik bir geri dönüş yaptığımızı konuşuyoruz. Keşke Almanlara da yapabilseydiniz diyor. Gerçekten de dünya Türklerden bahsediyormuş yahu! Neyse efendim, atlıyoruz yeniden bisikletlere, demir-inşat halinde-Özgürlük Köprüsü’nden geçiyoruz. Burada güzel kızlara -ki onlardan çok fazla yok- küçük öpücükler göndererek laf atıyor inşaat işçileri, kanarya sever gibi. Köprüden geçince tam karşımıza çıkan çelik konstrüksiyonlu yapının kapısından içeri bakıyorum. Feneryolu sabit pazarı’nın ikibin metre karelik olanını düşünün, gene bir ondokuzuncu yüzyıl yapısı içinde. Barcelona’daki Mercatlar gibi. Kapıda Yılmaz’ın telefon konuşmasını bitirirken yaşlı bir amcanın yanındaki turist kıza bir şeyler anlatmaya çalıştığını görüyorum. Amca oldukça yaşlı, tekerlekli bir pazar çantasını çekiştiriyor zorlukla. Turist abla ne söylediğini anlamadığı için özür dileyip uzaklaşıyor yanından. Sonra abi yaşlı amca direk benim üstüme geliyor. Bu niye hep öyle olur bilmiyorum. Fazla mı temiz yüzlüyüm neyim ben? Amcanın olmayan İngilizcesiyle benim olmayan Almancam birleşiyor ve tek isteğinin aslında karşıdaki otobüs durağına geçmek olduğunu anlıyorum. Takıyorum amcayı koluma, bir yandan Türkiye’yle Macaristan’ın kardeş/yoldaş ülkeler olduğundan bahsediyoruz (Amca benim yaşımdayken Macaristan komünistti çünkü) bir yandan yayalara kırmızı yandığı halde bizim geçmemize izin veren kamyonun şoförüne teşekkür ediyoruz, en sonunda karşıya otobüs durağına geçiyoruz. Amcayı orda bırakırken kendi kendime düşünüyorum en Casablanca halimle “Dünyada onca Macar, onca genç varken, neden ben?”
Budapeşte’nin arka sokaklarında dolaşıyoruz, cumartesi olmasına rağmen bomboş her yer, apartmanların pencereleri sıkı sıkı kapalı, içinde kimse oturmuyor sanki ama apartman kapılarından giren çıkan bir sürü insan da görüyoruz. Yanmıyor mu bu insanlar sıcaktan? Niye pencerelerini açmıyorlar?
Bir de sarhoşlar, göze çarpacak miktarda evsiz ve alkolik var sokaklarda, içiyorlar, çöpten bir şeyler topluyorlar, banklarda sızıyorlar. Kimse karışmıyor, kimse görmüyor. Eski şehrin bitmeye başladığı yerlerde, nehir kıyısına yeni, şık binalar kondurmaya başlamışlar, nehir manzaralı, yeni zenginler oturuyor sanırım buralarda, fakat bu yeni ve geniş, upuzun balkonlu apartmanların her yerine uydu antenleri monte edilmiş durumda, bu çirkin görüntü rahatsız ediyor gözlerimizi, yıktırıyoruz hemen iki üç binayı, biz dönene kadar yeniden yapsınlar!
Otele gelince araba kiralama şirketinin görevlisinin bizi orda beklediğini görüyorum. Yanına gidiyorum, evraklarımızı hazırlıyor hemen. Her şey çok güzel, sorunsuz… derken kredi kartımı istiyor. Ne yapacaksın kredi kartımla? Hiç canım, basit bir şey. 1500 Euroluk bloke koydurucam. Nasıl yani! Kredi kartınıza 1500 Euroluk bir bloke koydurucam, döndüğünüzde bloke kalkacak. Arkadaşım ben yeni taşındım, eşya aldım, karımla ilk defa “öğrenci evi”nden “evli evi”ne geçiş yaptık, sence benim kredi kartlarımda 1500 Euro limit kalmış olabilir mi? Sen manyak mısın? Bütün Macaristan mı manyak? Neden sürekli önüme sorun çıkartıp duruyorsunuz lan siz benim! Oysa ki benim atalarım sizin üzüm bağlarınızdan geçerken yedikleri üzümlerin yerine altın astılar. Sülalenizi sikmedik, hepinizi zorla Müslüman yapmadık, bu bereketli topraklardan sürüp Şırnağa, Hakkari’ye göndermedik diye mi oluyor lan bunlar! Yeter lan! Bir kere de sorun çıkarmayın lan benim başıma yeter!
Cebimdeki bütün Euroları, hiç kullanmadığım bir kredi kartının tüm limitini de verdikten sonra en sonunda arabayı alabiliyorum. Arabaya umutsuzca ihtiyacımız var çünkü Macaristan’ın güneybatısında bulunan Heviz diye bir kente gideceğiz. Otelimiz orada, kamp yapacağız, parası bir ay öncesinden ödendi. Yoksa zaten ben bu karşımda duran sarkık dudaklı 20 yaşından yeni gün almış, meçli saçlı hımbıla bir Osmanlı tokadı aşkederdim ki!
En sonunda yoldayız, en sonunda ve her şeye rağmen dandik Opel Agilamızla yola çıktık. Siktirolup gidiyorum Budapeşte, memnun musun! Yeter artık! Bu lanet Macar laneti olmasın, Budapeşte laneti olsun! Saat altıda yola çıkıyoruz, Heviz iki saat mesafede. GPS’imiz Türkçe konuşuyor, düz git, sağa dön, sola dön. Bu GPS’ten geçen yaz çok çekmiştim, özellikle de İtalya’nın yollarında. Sinyali geç aldı mı otoyolda, dönmen gereken yeri yüz metre geçtikten sonra “şimdi sağa dön” der bu kahpe! Otoyol lan bu! Öyle her canının istediğinde şimdi sağa dönemezsin ki! Tabi ki Macaristan’da da ıskalamadı. Önce otoyoldan çıkmamız gereken sapağı ıskaladı, sonra da geleceğimiz oteli. Üç buçuk saatin sonunda otele vardığımızda makineyi kırmak üzereydim. Çünkü öncesinde bizi Club Dobogomajor diye ineklerin otladığı yeşillik bir alan getirdi. Güzel kardeşim bilmiyorsan bilmiyorum de lan! Şimdi sağa sonra sola tekrar sağa, sola sola, u dön buradan, geçtin geçtin deme! Abi ben karşının GPS’iyim buraları çok iyi bilmiyorum sen tarif edersen gideriz de ben tarif ederim! Benim ömrümün bir kısmı Macar salamı olarak Heviz’de geçti zaten!
Saat on buçuk, bir saat odalarımızda takıldıktan sonra iki lokma bir şey yemek için otelden çıkıyoruz, atlıyoruz arabamıza merkeze gidiyoruz. O da ne! Saat on buçuk ve yemek servisi kapanmış! Nasıl yani? Yemek yok diyor garson, kusura bakmayın. Peki bakmayalım, biz ne yiycez peki? Şimdi bu noktada küreselleşmenin faydalarından bahsetmek istiyorum. Bundan elli sene önce Amerikan kırsalında kurulmuş bir hamburgerci varmış, bu hamburgerci elli sene sonra Macar kırsalına bir dükkan açmış, bu dükkan 24 saat boyunca çalışırmış, kodumun Macarlarından ya da Heviz’i dolduran Alman işçi sınıfından değilsen, yani hayatını onların yaşadığı saatler dahilinde yaşamıyorsan Mc Donald’sa gidip ne zaman istersen karnını doyurabiliyormuşsun.
Ertesi sabah kahvaltı konusunda da aynı durumu yaşadık. Saat 10.30 ve kahvaltı adına bulabildiğimiz sadece iki kruvasan ve mozarellalı sandviç. Etrafa şöyle bir bakıyorum, Alanya’yı ya da Didim’i çok güzel bir kır manzarasının içine oturt, diskoları, barları, klüpleri ve genç insanları kaldır. Heviz orası işte. Orta Avrupa’nın huzurevi. Gele gele bir huzurevine gelmiş olduğumuza inanmak mümkün değil ama gerçek bu.
Allahtan odalarımız apart, mutfağımız, kahve makinemiz, buzdolabımız filan var. Etrafta da bir sürü hipermarket var, giriyoruz birine tıklım tıklım dolduruyoruz alışveriş arabasını. İki kişi bir haftalık nevalemizi alıyoruz. Toplam 320 milyon civarı tutuyor. Oha diyoruz, çüş diyoruz, yuh diyoruz. Ama gerçek bu. Üstelik bunları taşıma için sapı bile olmayan dandirikten poşetler tutuşturuyorlar elimize, manyak mısınız lan! Spar’da poşet olmaz mı? Ben bu işi çözerim, elbette çözüyorum da, kasaların altında gizlenmiş olan saplı torbaları görüyorum. Macarca bilmediğim için mi bana eziyet ediyorsun suratsız kasiyer teyze, versene o torbalardan! Evet torbalar parayla satılıyor olabilir ama sen bana torbayı gösterip para işareti yapmazsan ben onu hissikablel vukuyla mı anlıycam!
İnsanları ortadan kaldırsan burası yemyeşil, çok güzel bir yer aslında. Bir bisiklet turu da burada yaptık dün, iki saat kadar, ana yollardan çıkıp ara yollara, onlardan da çıkıp eskiden yol olan ama artık sadece otlak olan yerlere daldık, sırılsıklam olduk terden, sinekler ağzımıza, yüzümüze, gözümüze doluştu. Öte yandan “ve güneş tatlı tatlı yüzümü yakıyorduuuu…” Bir derenin kenarını takip ettik, nilüfer çiçeklerinin fotoğrafını çektik, otlayan dev boynuzlu öküzleri ve atları izledik. Köpeklerden kaçtık son sürat. Minik bir gölet bulduk, amcanın biri orda yüzüyordu, hava kapalı olmasa bugün ben de aynısını yapacaktım. Kısmet yarına.
Garip bir yer burası, yani Macaristan genel olarak, insanlar bir yandan güleryüzlü, ama bir yandan da içine kapanık sanki. Fazla uzun bir süre izole kalmışlar, bu yüzden hala değişime ayak uyduramamışlar gibi. Bu ülkede zaman daha yavaş akıyor, kesinlikle pratik değiller. Her şeyin kuralı var. “Ben size onu ayarlıycam abi” diyen garson pratikliği sadece Türkiye’ye özgü değildir sanıyorum. Budapeşte’deki Gellert otelin odasında, ki dört yıldızlı bir otel burası, klima yok mesela, halbuki hava oldukça sıcak. Klimaya taktığım için yazmıyorum bunu bir gösterge olduğunu düşündüğüm için yazıyorum. Bizde artık olmazsa olmaz bir şeydir ya klima burada lükse giriyor sanki. Bir Özal’ı olmamış bu ülkenin henüz. İnsanlar “ben daha iyisine layığım lan!” demiyor, sokakta cep telefonuyla konuşan çok az insan var. Turistik eşya olarak hala folklor kıyafetleri, örmeler, şapkalar filan satıyorlar. Tamam küreler, dandik futbolcu formaları filan da var ama folklör kıyafetleri de var. Tam açılamamışlar daha. Kim sker yeni dünyada Macar Folklörünü güzel kardeşim? Öte yandan tam açılamadıkları halde Avrupa Birliği’ne üye oldular. Her yerde EU bayrakları görülüyor ama bayrak var sadece burası benim bildiğim, gördüğüm Avrupa’ya çok benzemiyor. Doğru dürüst sinema görmedim mesela, belli başlı uluslararası markalar var. Shell, Agip, Vodafone, Spar, Suzuki, Mc Donalds filan var ama gerisi henüz gelmeye çekiniyor sanırım. Ya da gelseler de buradan çok kar edemeyeceklerinin farkındalar. Genellikle sade, tutumlu, enerjisi düşük bir hayat yaşıyor Macarlar sanki. Havaalanında check-in sırası beklerken yan taraftaki Odessa uçağının check-in kuyruğuna baktım şöyle bir. Kırkını aşmış boyalı sarışın teyzeler üzerlerinde sarı transparan bluzlar, altlarında uyumsuz sütyenler, şıpıdık terliklerle filan sıra bekliyorlardı. Bu düpedüz kiç evet, ama bir rengi var. Burada o renk de yok. Ben Macar olsam kesin intihar ederdim sanırım. Bu hayata Macar olarak gelmenin bir dramı yok. Bu Macaristan fena halde Nuri Bilge Ceylan. Bu filmin adı kesinlikle Macar Sıkıntısı.
Şimdilik bu kadar. Arkası yarın olur mu bilmiyorum.
Bir yandan taşınma dertleriyle uğraşırken bir yandan da Macaristan’da yapacağımız kamp için hazırlık çalışmaları yapıyordum pazartesi günü. Şeytanın dürtesi geldi beni. İstanbul’da yola çıkacağız. 1200 kilometre yapıp Belgrad’a ulaşacağız. Orada bir gece kalıp oradan Macaristan’da kalacağımız Heviz şehrine kadar bir 400 kilometremiz daha var. Bulgaristan, Sırbistan ve Hırvatistan, Macaristan ellerine girmeden önce geçeceğimiz ülkeler. Daha önce defalarca vizeyi aldığım salak Sevtap’a Sırbistan ve Hırvatistan’ın transit geçiş için vize isteyip istemediğini sordum ve her seferinde hayır cevabı aldım. Bununla da yetinmedim Sırbistan Başkonsolosluğunu aradım, Ankara’yı. Oradaki amca da bana transit vize gerekmediğini söyledi. Peki ben niye bir kere daha aradım ki Ankara’yı pazartesi günü? Bilmiyorum, dedim ya şeytan dürttü. Bu sefer çıkan amca transit vizenin gerektiğini söyledi. Ben de açtım Zevtap’a “Zevtap Sırbistan transit vize istiyormuş” dedim. O da olabilecek en pişkin haliyle “Aaa evet siz arabayla gidiceksiniz, istiyor” dedi. E güzel, sıçtık o zaman… Ekin uçağa binemiyor. Sırbistan’dan giremeyeceksek, Romanya’dan girelim. Arıyorum Romen Başkonsolosluğunu, onlar da transit vize istiyorlar. Bizim Cuma günü yola çıkmamız gerekiyor. Transit vize için gerekli malzemeleri toplamamız en az bir gün, Salı vize başvurusunda bulunsak yüzde seksen ihtimal çıkarmış, öyle buyurdu Zevtap salağı.
-Ya çıkmazsa?
-O zaman pazartesi kesin çıkar.
-Ulan salak, zaten bizim orda kalacağımız yedi gün, dördünü çıkardın mı geriye bir şey kalmıyor ki.
-Yorum yok.
En çok da Ekin’e üzüldüm. Budapeşte ve Viyana’nın Lonely Planet’larını daha bir ay öncesinden İstanbul’un muhtelif kitabevlerinde aramaya başlamış. Robinson Crusoe’da da bulamayınca sipariş vermiş, onların dışarıdan getirttikleri kitaplar listesine bunları da ekletmiş, sonra kitaplar gelince büyük bir heyecan içinde açıp incelemeye başlamış. Gitmemiz gereken yerleri, nerde ne yenmesi gerektiğini vb. teker teker bana anlatmaya başlamıştı. Ama şu Macar ellerinde geçirdiğim iki günden sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki Allah’ın sevgili bir kuluymuş, iyi ki de gelmemiş! En azından bu seferimize.
Ben bugüne kadar yaptığım hiçbir yolculukta arka arkaya bu kadar çok terslikle karşılaştığımı hatırlamıyorum.
Budapeşte’nin Ferhayeyaşaö (Adını hatırlamıyorum, aşağı yukarı böyle bir şeydi, buradaki isimleri okumak çok zor, akılda tutmak zaten imkansız) havaalanına indiğimiz andan itibaren her şey ters gitmeye başladı. Atatürk, bir Havaalanı değil, Hava Limanı, buradakine havaalanı bile denemez en fazla havalimancığı ya da havakoyu denebilir. Küçük, dandik bir yer. Konya Havaalanı kadar en fazla. Meydanda dört beş tane uçak duruyor sadece. Uçaktan iniyoruz, bizi götürecek olan otobüse biniyoruz. Otobüs yola çıkıyor, iki dakika sonra bir yerde duruyor, binaya gireceğimiz kapıyı görüyorum pencereden, ama otobüs kapılarını açmıyor, birkaç saniye sonra yeniden hareketleniyor, meğersem bizi yanlış kapıya getirmiş, bir U dönüşü yapıyor, iki dakika daha gidiyoruz, başka bir kapıya geliyoruz. “Heh heh salak şoför, kapıları karıştırdı” diye düşünüyorum ama aslında Macaristan Laneti’nin başladığı anın bu olduğunu anlayamıyorum. Pasaport kontrolüne giriyoruz. Aaaa süper, sıra filan yok. Polis teyze pasaportumu iyice inceliyor, eviriyor çeviriyor, bu sırada yan bankoda Kuzey Afrikalı olduğunu tahmin ettiğim benden uzun başı örtülü bir bacı, yanında iki tane (bir kız bir oğlan) dünya tatlısı, sessiz çocuğuyla beklemekte. Ben geçiyorum, arkamdan Yılmaz veriyor pasaportunu, bir dakika filan sonra da onun geçeceğini tahmin ediyorum ya ben, öyle olmuyor. Polis teyze uzun uzun bakıyor Yılmaz’ın pasaportuna, önündeki büyütecin altına tutuyor, mor ışığın altına tutuyor, bakıyor da bakıyor. Bu arada valizler inmeye başlıyor. Yılmaz ve zenci aile hala içeri girebilmiş değiller. En sonunda dayanamayıp Yılmaz’ın yanına gidiyorum. Polisler pasaportları kendi aralarında dolaştırıyorlar. Yılmaz’ın pasaportu önce sağ bankodaki polise sonra sol bankodaki polise gidiyor. Zenci bacı ve çocukların pasaportu bizim polis teyzenin elinde. Sinirlenmeye başlıyorum doğal olarak. Ulan altı üstü Macaristan’a girmeye çalışıyoruz be ablacım uzatmayın ya!
Ama uzatıyorlar. Bir onbeş-yirmi dakika sonra sanırım evirip çevirmekten sıkıldıkları için, Yılmaz’ın pasaportuna damgayı basıyorlar. Ama Zenci bacınınkine basmıyorlar. Onu ve çocuklarını içeri alıyorlar, bir köşede bekletmeye başlıyorlar. İkimizin de aklına takılıyor bu konu. Neyse, bagajların indiği dönen zamazingonun yanına geliyoruz. Acayip susamış ve sigarasamış durumdayım, benim valiz gelince, biraz daha bekliyorum, bu arada topuklarım ağrımaya başlıyor, nasıl olsa modern bir ülke burası beş dakika sonra Yılmaz’ınki de gelir diyerek valizimi alıp dışarı çıkıyorum, solda bir kafe var, gidip iki küçük şişe su alıyorum, 6 Euro’yu bayılıyorum suya ama umurumda değil, dikiyorum hemen. Sonra dışarı çıkıp bir sigara tellendiriyorum, sonra içeri girip araba kiralama şirketlerinden fiyat listesi alıyorum, sonra gazete bayine gidip öylece bakıyorum bir süre. Bu arada Yılmaz hala çıkmış değil. Ulan altı üstü bir valiz lan! Hadi! Arıyorum Yılmaz’ı hala bekliyoruz diyor. Bu arada etrafta dolanan bir Arap-zenci amca görüyorum, Amerikalı sanırım. Danışmaya bir şeyler soruyor filan, gözümden kaçmıyor. O sırada bir Türk yanaşıyor yanıma, ailesi içerdeymiş, valizlerin hala çıkmadığını beklediklerini söylüyorum. Beni başka bir bankoya çekip taksiye boşu boşuna fazla para vermememizi, bizim merkeze, otelimize kadar götürebilecek minibüsler olduğunu söylüyor. İyi onlarla gidelim, minibüs için bilet almama yardım ediyor sağolsun iki kişi 19,5 Euro, bu arada Yılmaz tekrar arıyor. İçerdeki kayıp eşya bankosuna gitmişler, teyze biraz sonra gelecek filan diyor İngilizce, dinleyip Yılmaz’a çeviriyorum, “hay Allah keşke çocuğu içerde bırakmasaydım tek başına, ilk defa yurtdışına çıkıyor, üstelik İngilizcesi de çok yok, başına bir şey gelirse sıçtık diyorum” kendi kendime. Ben bunları düşünürken Yılmaz geliyor, en sonunda valizleri gelmiş, birlikte çıkıp birer sigara içiyoruz. Çıkış kapısının önündeki minibüsü görüyorum, ona bineceğiz, içerideki araba kiralama şirketlerinden aldığım listelerden en uygun arabayı bulmaya çalışıyoruz. Yılmaz kapıdan çıkarken Arap-Zenci amcanın kendisine bir şeyler söylediğini ama anlamadığını, içerde bekleşen zavallı kadının kocası olabileceğini söylüyor, içeri girip adamın yanına geliyorum. Eşini bekleyip beklemediğini soruyorum. Adam gözleri parlayarak “Yes!” diyor. Durumu anlatıyorum. Çok teşekkür ediyor, yeniden dışarı çıkıyoruz. Bineceğimiz minibüs ortada yok. Meğersem 17.40 itibariyle kalkmış. 17.50’de yeni bir minibüs geliyor. O arada sol tarafta bir taksi servisi olduğunu görüyorum. Havaalanından şehre 21 Euro fiks fiyat. Ulan! Ulan! Yeni bir minibüs geliyor o sırada şoförüne elimdeki kağıdı gösteriyorum, buraya gidecez biz diye, şoför ben o tarafa gitmiyorum diyor. Ulan! Ulan! Aklıma yardımsever şerefsiz Türk arkadaş geliyor. Daha ucuza gidersiniz minibüsle demişti ya hani. 1,5 Euro daha ucuza gitmek için mi aldım ben bu biletleri yani! Zenginim lan ben! Bana 1,5 Euro mu koyacak! En sonunda dayanamıyoruz, gidiyoruz taksilerin oraya, veriyoruz 21 Euro’muzu paşa paşa. 21’e gideceğimiz yere Türk arkadaşın aklına uyduğumuz için 40 Euro’ya gidiyoruz böylece. Sen niye uyuyorsun Türk’ün aklına kardeşim zaten!
Neyse taksi geliyor, şoför mahalinden Nigar Ulumemeler, Adile Naşit karışımı bir abla iniyor, bagajı açıyor, valizlerimizi yallah ediyor, ulan ağır, dur yardım edeyim, centilmenim ya, sırt çantamı alıp bagaja atacak oluyorum, kadın “bekle!” diyerek beni haşlıyor. Tamam .mına koyim sana yardım etmeye kalkanda kabahat! Zaten bir saatten fazla süredir havaalanından çıkmaya uğraşıyorum hafakanlar basmaya başlamış, bir de üstüne abladan azar işitiyorum. Manyak karı! O sırada Arap-Zenci amcanın karısı ve çocukları yanında olduğu halde önümüzden geçiyor. Elimi sıkıyor şevkle, teşekkür ediyor, ne demek diyorum. Yeter ki senin bu küçük hikayen güzel bitsin.
Atlıyoruz taksiye, çıkıyoruz yola, abla daha biner binmez çingene pembesi telefonuna sarılıyor, sonra onu kapatıp gri telefonunu açıyor, araba otomatik vites değil, bir yandan sürüyor, bir yandan telefonla konuşuyor bir yandan vites değiştiriyor, bir yandan da tam bir Türk taksi şoförü gibi ani manevralarla sıkışık yerlerden yırtıyor. Keşke şoför mahalinin fotoğrafını çekebilseydim. Arabanın anahtarlığından pembe bir tavşan sarkıyor, havalandırmanın üstüne ablanın doğurduğunu tahmin ettiğim bir bebek fotoğrafı, vites kutusunun hemen arkasındaki boş bölmede fondöten, fırça ve bilumum makyaj malzemesi durmakta, dikiz aynasından aşağı çok küçük sahte incilerden yapılmış bir halat sarkıyor. Tam bir kadın yani.
Bu arada inceden Budapeşte’ye giriyoruz, sokaklar, caddeler geniş, ama trafik sıkışıklığı söz konusu. Herkes medeni bir şekilde tek şerit ilerliyor, bizim abla solda bulduğu boşluktan yardırıyor, olmadı kaldırıma çıkıyor, arkasında kalan arabanın yolunu kesiyor. Allahım ben İstanbul’dan çıkmadım mı? Burası hala İstanbul olabilir mi? Ya da bu kadın Türk olabilir mi?
Geniş bir caddede 300 metre kadar ileride trafik ışıkları, yeşil yanıyor, yol sola doğru kıvrılıyor. Şoför Melahat bir asılıyor gaza koltuklarımıza yapışıyoruz, ulan 300 metre sonra sola döneceksin, bu hızla nasıl döneceksin? Gittikçe hızlanıyoruz, kadranda 100’ü görüyorum ve çarpmaya 100 metre, 50 metre, 20 metre, sonra ani bir fren ve sola doğru cart diye kıvrılıyoruz kırmızı yanmadan, kenara çektirip madalyasını takıyorum Nebahat’in, sonra yolumuza devam ediyoruz.
Tuna’yı aşan köprüye gelince Budapeşte’nin genel görünümü çıkıyor önümüze, evet bir şehir işte. Baya bildiğin… Ne biliyim, yıkılmadım kısacası ben Budapeşte’yi görünce. Şehrin düz kısmını, sanırım Buda dedikleri kısmı yani, bir günlük bisiklet turuyla rahatlıkla dolaşabiliyorsun. Nehrin bir tarafı ne kadar düzse diğer tarafı da o kadar tepelik, garip bir asimetri var yani nehrin iki tarafında. Ben bunları düşünürken otelimize geliyoruz. Gellert otel, nehrin kenarında bir 19 y.y. binası. Dışarıdan çok güzel, içerden de fena sayılmaz. Resepsiyona geliyoruz. Rezervasyonlarımız var Gökhan ve Yılmaz. Resepsiyonist amca “hayır yok” diyor. Ne demek yok? Nasıl olur? Ta ta ta taaam! Macaristan Laneti Bölüm İki!
İnternette her zaman kullandığım Venere.com diye bir site var, rezervasyonlarımı hep ordan yaptırırım bugüne kadar da hiç beni üzmemişti. Ama bu sefer üzüyor. Ya da ben taşınma yorgunluğu yüzünden bir şeyleri eksik yaptım o yüzden rezervasyon tırtladı. Peki olabilir, boş oda var mı? Allahtan o var. İki tane oda istiyoruz. Odalarımıza çıkıyoruz, otelin arkasında, nehri filan görmeyen iki dandik oda. Dandik dediğim temel ihtiyaç maddelerinin hepsi var ama… Kısaca bana o odadan geçen ve Macaristan’ın her yerine uygulayabileceğimi düşündüren şu duygu geçti. Bu adamlar 2008 itibariyle Avrupa Birliği’ne girdiler ama kafaları hala komünist dönemdeki gibi çalışıyor. Hava sıcak ve üstüne leş gibi nemli olmasına rağmen odada klima yok mesela. Hiçbir yerde klima yok. Dükkanlarda, restoranlarda filan da yok yani. Hala azla yetinmeyi biliyorlar, tüketim çılgınlığı had safhada değil, hatta henüz gelmemiş bile buralara.
Gellert otele tav olmamı sağlayan şey hemen önündeki güzel bir demir işçiliğiyle yapılmış Özgürlük Köprüsü’nün gece çekilmiş fotoğrafıydı fakat benim odam arka solda kalan sokağı, Yılmaz’ınki daha da fenası çatıyı görüyor. Ha, Özgürlük Köprüsü’nü görsek ne olacaktı? İnşaat işçileriyle kesişecektik, çünkü köprü tadilatta! Her yerinden bir şeyler sarkıyor. Toz toprak, sadece iki kişinin yan yana geçebileceği kadar bir yaya yolu bırakmışlar, gerisi inşaat. O yaya yolundan da teker teker yürüyebiliyorsun çünkü doğal olarak karşıdan da birileri geliyor. Otelden çıkıp, köprüyü geçiyoruz, şehrin yaşam merkezine doğru ilerliyoruz, açız, bir şeyler yiyeceğiz, restoranların önünde Bodrum, Marmaris gibi yerlerdeki ayakçılar çıkıyor hemen önümüze. “Buyurun abicim” hesabı. En sevmediğim şey. Adamlarıma söylüyorum, hepsini ayaklarından vuruyorlar. Bu arada biz güzel, şık bir restoran görüyoruz, ayakçısız, “Gel abim!” yapmayan diğerleri gibi sokağa masa atmışlar, oturuyoruz. Yemeğimizi yiyoruz, yemek yerken yan masadaki İtalyan çifte sarkıyorum, muhabbet etmeye başlıyoruz. Açılış cümlem, elbette ki İtalyanca (Lütfen!) “Pardon, siz Romalı mısınız?” oluyor. “Evet” diyorlar. “Aksandan anladım” diyorum ukalaca. Adam “Ama ben Sicilyalıyım, yengen de Floransalı be gülüm” diyor. Konuyu hemen başka bir yere akıtarak yırtıyorum meseleden. Nihayetinde Sicilyalı amcayla hemşeri çıkıyoruz. Ben onun sayesinde köken olarak Sicilyalı olduğumu öğrenemiyorum maalesef, öyle bir şey olsa hemen soluğu İtalya’da alırım zaten, “beni de alın laaaan!” diye. Amca Rum kökenli çıkıyor. Ailesi üç yüz yıl filan İzmir’de yaşamış. Ninesi İzmir Rum’u. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sicilya’ya göç etmişler. Baklava, kadayıf, cacık filan derken bir rakı açtırtıyoruz garsona, lakerdaydı, favaydı filan derken iki büyüğü bitirmişiz. Bunlar olmadı tabi ama Macaristan’da geçirdiğim şu üç günde rakı içmek istediğim çok zaman oldu.
Yemekten sonra bir yürüyüş eyliyoruz akıntıya kapılıp, karşımıza güzel bir meydan çıkıyor, meydanın solundaki sokakta da casinolar. Benim elimde marketten alınmış diş fırçası, macunu, su filan var. Aldırmayıp giriyoruz içeri, mini etekli abla alıyor elimden çantayı, giriyoruz içeri, bir sürü makine, uzatmayayım, üç saat kadar sonra 400.000 Euro kazanmış olarak çıkıyoruz. Bir de kumarhanenin verdiği Porsche var, onu da kazanmışız farkında olmadan. Alıyoruz onu da otele dönüyoruz. Yorgunluktan gebermiş olduğum için euroları saymadan uyuyorum
Ertesi sabah açık büfe kahvaltı Türklerin gelişine şahit oluyor. Herkes bir dilim karpuzdu yok müsliydi filan dandiri kahvaltılar yaparken, kahvaltının günün en önemli öğünü olduğuna inanan biz Türkler, özellikle de ben masayı donatıyorum, peyniri, yumurtası, jambonu, meyve konservesi, reçeli, balı, poğaçası boku püsürü. Turistler ve garsonlar korku içinde bakıyorlar. Acaba onların hepsini yiyecekler mi diye. Elbette yiyoruz.
Kahvaltıdan sonra birer sigara tellendirip soluğu araba kiralama şirketinin şehrin merkezindeki ofisinde alıyoruz. Hertz’deki abla bize arabalarının kalmadığını söylüyor. Hiç mi yok? “Bir tane yedek lastik var onu veriyim isterseniz” der gibi bakıyor abla. Peki o zaman Avis nerde? Veriyor adresi, her zamanki üstün harita okuma bilgimle şak diye çıkarıyorum Avis’i. Ama o da ne! Avis’te de araba yok. Peki Europcar? Orası zaten yok. Bana tarif edilen alan dahilinde Europcar’a benzeyen en ufak bir tabela yok. Neyse giriyoruz bir apartmanın iç avlusuna, çünkü ben “rent a car” yazısı görmüşüm, oradaki minik büroda şirin, salak, kekeme Macar kızı elimize tutuşturuyor Avalon diye bir Macar şirketin broşürünü, fiyatlar da uygun. Hemen kiralayalım o zaman biz, getirsinler buraya şimdicik. Kız arıyor şirketi, bildiğim herhangi bir dile benzemeyen Macarca konuşuyor amcalarla, bize dönüyor ve beşten önce alamayacağımızı söylüyor. Aksilik bitmiyor bitmiyor bitmiyor. “Tamam anasını satayım” diyorum. “Beşse beş, yeter ki siktirolup gidelim şu uğursuz Budapeşte’den!”, ofisten çıkıyoruz, hemen yan tarafta bisiklet kiralayan bir yer, zaten topuklarım ağrım ağrım ağrıyor. Yılmaz’ın teklifine hemen atlıyorum. Alıyoruz bisikletleri. Atlıyoruz atımızın terkisine, çok uzun zamandan beri sürmediğimiz kadar bisiklet sürüyoruz. Şehrin düz kısmının altını üstüne getiriyoruz herkes kaçıyor biz çılgın bisikletçilerden çünkü acımasızca üstlerine sürüyoruz bisikletlerimizi, bir iki kişi altımızda kalıyor bu arada ama umurumuzda değil!
Pedallara yüklenerek otele gidiyoruz önce check-out yaptırmak için. Otele geliyoruz, resepsiyondaki abi bize Kazım Kazım diye sesleniyor. Hakan Şükür’ün bu milli takımda neden olmadığını soruyor, müthiş oynadığımızı, üç defa fantastik bir geri dönüş yaptığımızı konuşuyoruz. Keşke Almanlara da yapabilseydiniz diyor. Gerçekten de dünya Türklerden bahsediyormuş yahu! Neyse efendim, atlıyoruz yeniden bisikletlere, demir-inşat halinde-Özgürlük Köprüsü’nden geçiyoruz. Burada güzel kızlara -ki onlardan çok fazla yok- küçük öpücükler göndererek laf atıyor inşaat işçileri, kanarya sever gibi. Köprüden geçince tam karşımıza çıkan çelik konstrüksiyonlu yapının kapısından içeri bakıyorum. Feneryolu sabit pazarı’nın ikibin metre karelik olanını düşünün, gene bir ondokuzuncu yüzyıl yapısı içinde. Barcelona’daki Mercatlar gibi. Kapıda Yılmaz’ın telefon konuşmasını bitirirken yaşlı bir amcanın yanındaki turist kıza bir şeyler anlatmaya çalıştığını görüyorum. Amca oldukça yaşlı, tekerlekli bir pazar çantasını çekiştiriyor zorlukla. Turist abla ne söylediğini anlamadığı için özür dileyip uzaklaşıyor yanından. Sonra abi yaşlı amca direk benim üstüme geliyor. Bu niye hep öyle olur bilmiyorum. Fazla mı temiz yüzlüyüm neyim ben? Amcanın olmayan İngilizcesiyle benim olmayan Almancam birleşiyor ve tek isteğinin aslında karşıdaki otobüs durağına geçmek olduğunu anlıyorum. Takıyorum amcayı koluma, bir yandan Türkiye’yle Macaristan’ın kardeş/yoldaş ülkeler olduğundan bahsediyoruz (Amca benim yaşımdayken Macaristan komünistti çünkü) bir yandan yayalara kırmızı yandığı halde bizim geçmemize izin veren kamyonun şoförüne teşekkür ediyoruz, en sonunda karşıya otobüs durağına geçiyoruz. Amcayı orda bırakırken kendi kendime düşünüyorum en Casablanca halimle “Dünyada onca Macar, onca genç varken, neden ben?”
Budapeşte’nin arka sokaklarında dolaşıyoruz, cumartesi olmasına rağmen bomboş her yer, apartmanların pencereleri sıkı sıkı kapalı, içinde kimse oturmuyor sanki ama apartman kapılarından giren çıkan bir sürü insan da görüyoruz. Yanmıyor mu bu insanlar sıcaktan? Niye pencerelerini açmıyorlar?
Bir de sarhoşlar, göze çarpacak miktarda evsiz ve alkolik var sokaklarda, içiyorlar, çöpten bir şeyler topluyorlar, banklarda sızıyorlar. Kimse karışmıyor, kimse görmüyor. Eski şehrin bitmeye başladığı yerlerde, nehir kıyısına yeni, şık binalar kondurmaya başlamışlar, nehir manzaralı, yeni zenginler oturuyor sanırım buralarda, fakat bu yeni ve geniş, upuzun balkonlu apartmanların her yerine uydu antenleri monte edilmiş durumda, bu çirkin görüntü rahatsız ediyor gözlerimizi, yıktırıyoruz hemen iki üç binayı, biz dönene kadar yeniden yapsınlar!
Otele gelince araba kiralama şirketinin görevlisinin bizi orda beklediğini görüyorum. Yanına gidiyorum, evraklarımızı hazırlıyor hemen. Her şey çok güzel, sorunsuz… derken kredi kartımı istiyor. Ne yapacaksın kredi kartımla? Hiç canım, basit bir şey. 1500 Euroluk bloke koydurucam. Nasıl yani! Kredi kartınıza 1500 Euroluk bir bloke koydurucam, döndüğünüzde bloke kalkacak. Arkadaşım ben yeni taşındım, eşya aldım, karımla ilk defa “öğrenci evi”nden “evli evi”ne geçiş yaptık, sence benim kredi kartlarımda 1500 Euro limit kalmış olabilir mi? Sen manyak mısın? Bütün Macaristan mı manyak? Neden sürekli önüme sorun çıkartıp duruyorsunuz lan siz benim! Oysa ki benim atalarım sizin üzüm bağlarınızdan geçerken yedikleri üzümlerin yerine altın astılar. Sülalenizi sikmedik, hepinizi zorla Müslüman yapmadık, bu bereketli topraklardan sürüp Şırnağa, Hakkari’ye göndermedik diye mi oluyor lan bunlar! Yeter lan! Bir kere de sorun çıkarmayın lan benim başıma yeter!
Cebimdeki bütün Euroları, hiç kullanmadığım bir kredi kartının tüm limitini de verdikten sonra en sonunda arabayı alabiliyorum. Arabaya umutsuzca ihtiyacımız var çünkü Macaristan’ın güneybatısında bulunan Heviz diye bir kente gideceğiz. Otelimiz orada, kamp yapacağız, parası bir ay öncesinden ödendi. Yoksa zaten ben bu karşımda duran sarkık dudaklı 20 yaşından yeni gün almış, meçli saçlı hımbıla bir Osmanlı tokadı aşkederdim ki!
En sonunda yoldayız, en sonunda ve her şeye rağmen dandik Opel Agilamızla yola çıktık. Siktirolup gidiyorum Budapeşte, memnun musun! Yeter artık! Bu lanet Macar laneti olmasın, Budapeşte laneti olsun! Saat altıda yola çıkıyoruz, Heviz iki saat mesafede. GPS’imiz Türkçe konuşuyor, düz git, sağa dön, sola dön. Bu GPS’ten geçen yaz çok çekmiştim, özellikle de İtalya’nın yollarında. Sinyali geç aldı mı otoyolda, dönmen gereken yeri yüz metre geçtikten sonra “şimdi sağa dön” der bu kahpe! Otoyol lan bu! Öyle her canının istediğinde şimdi sağa dönemezsin ki! Tabi ki Macaristan’da da ıskalamadı. Önce otoyoldan çıkmamız gereken sapağı ıskaladı, sonra da geleceğimiz oteli. Üç buçuk saatin sonunda otele vardığımızda makineyi kırmak üzereydim. Çünkü öncesinde bizi Club Dobogomajor diye ineklerin otladığı yeşillik bir alan getirdi. Güzel kardeşim bilmiyorsan bilmiyorum de lan! Şimdi sağa sonra sola tekrar sağa, sola sola, u dön buradan, geçtin geçtin deme! Abi ben karşının GPS’iyim buraları çok iyi bilmiyorum sen tarif edersen gideriz de ben tarif ederim! Benim ömrümün bir kısmı Macar salamı olarak Heviz’de geçti zaten!
Saat on buçuk, bir saat odalarımızda takıldıktan sonra iki lokma bir şey yemek için otelden çıkıyoruz, atlıyoruz arabamıza merkeze gidiyoruz. O da ne! Saat on buçuk ve yemek servisi kapanmış! Nasıl yani? Yemek yok diyor garson, kusura bakmayın. Peki bakmayalım, biz ne yiycez peki? Şimdi bu noktada küreselleşmenin faydalarından bahsetmek istiyorum. Bundan elli sene önce Amerikan kırsalında kurulmuş bir hamburgerci varmış, bu hamburgerci elli sene sonra Macar kırsalına bir dükkan açmış, bu dükkan 24 saat boyunca çalışırmış, kodumun Macarlarından ya da Heviz’i dolduran Alman işçi sınıfından değilsen, yani hayatını onların yaşadığı saatler dahilinde yaşamıyorsan Mc Donald’sa gidip ne zaman istersen karnını doyurabiliyormuşsun.
Ertesi sabah kahvaltı konusunda da aynı durumu yaşadık. Saat 10.30 ve kahvaltı adına bulabildiğimiz sadece iki kruvasan ve mozarellalı sandviç. Etrafa şöyle bir bakıyorum, Alanya’yı ya da Didim’i çok güzel bir kır manzarasının içine oturt, diskoları, barları, klüpleri ve genç insanları kaldır. Heviz orası işte. Orta Avrupa’nın huzurevi. Gele gele bir huzurevine gelmiş olduğumuza inanmak mümkün değil ama gerçek bu.
Allahtan odalarımız apart, mutfağımız, kahve makinemiz, buzdolabımız filan var. Etrafta da bir sürü hipermarket var, giriyoruz birine tıklım tıklım dolduruyoruz alışveriş arabasını. İki kişi bir haftalık nevalemizi alıyoruz. Toplam 320 milyon civarı tutuyor. Oha diyoruz, çüş diyoruz, yuh diyoruz. Ama gerçek bu. Üstelik bunları taşıma için sapı bile olmayan dandirikten poşetler tutuşturuyorlar elimize, manyak mısınız lan! Spar’da poşet olmaz mı? Ben bu işi çözerim, elbette çözüyorum da, kasaların altında gizlenmiş olan saplı torbaları görüyorum. Macarca bilmediğim için mi bana eziyet ediyorsun suratsız kasiyer teyze, versene o torbalardan! Evet torbalar parayla satılıyor olabilir ama sen bana torbayı gösterip para işareti yapmazsan ben onu hissikablel vukuyla mı anlıycam!
İnsanları ortadan kaldırsan burası yemyeşil, çok güzel bir yer aslında. Bir bisiklet turu da burada yaptık dün, iki saat kadar, ana yollardan çıkıp ara yollara, onlardan da çıkıp eskiden yol olan ama artık sadece otlak olan yerlere daldık, sırılsıklam olduk terden, sinekler ağzımıza, yüzümüze, gözümüze doluştu. Öte yandan “ve güneş tatlı tatlı yüzümü yakıyorduuuu…” Bir derenin kenarını takip ettik, nilüfer çiçeklerinin fotoğrafını çektik, otlayan dev boynuzlu öküzleri ve atları izledik. Köpeklerden kaçtık son sürat. Minik bir gölet bulduk, amcanın biri orda yüzüyordu, hava kapalı olmasa bugün ben de aynısını yapacaktım. Kısmet yarına.
Garip bir yer burası, yani Macaristan genel olarak, insanlar bir yandan güleryüzlü, ama bir yandan da içine kapanık sanki. Fazla uzun bir süre izole kalmışlar, bu yüzden hala değişime ayak uyduramamışlar gibi. Bu ülkede zaman daha yavaş akıyor, kesinlikle pratik değiller. Her şeyin kuralı var. “Ben size onu ayarlıycam abi” diyen garson pratikliği sadece Türkiye’ye özgü değildir sanıyorum. Budapeşte’deki Gellert otelin odasında, ki dört yıldızlı bir otel burası, klima yok mesela, halbuki hava oldukça sıcak. Klimaya taktığım için yazmıyorum bunu bir gösterge olduğunu düşündüğüm için yazıyorum. Bizde artık olmazsa olmaz bir şeydir ya klima burada lükse giriyor sanki. Bir Özal’ı olmamış bu ülkenin henüz. İnsanlar “ben daha iyisine layığım lan!” demiyor, sokakta cep telefonuyla konuşan çok az insan var. Turistik eşya olarak hala folklor kıyafetleri, örmeler, şapkalar filan satıyorlar. Tamam küreler, dandik futbolcu formaları filan da var ama folklör kıyafetleri de var. Tam açılamamışlar daha. Kim sker yeni dünyada Macar Folklörünü güzel kardeşim? Öte yandan tam açılamadıkları halde Avrupa Birliği’ne üye oldular. Her yerde EU bayrakları görülüyor ama bayrak var sadece burası benim bildiğim, gördüğüm Avrupa’ya çok benzemiyor. Doğru dürüst sinema görmedim mesela, belli başlı uluslararası markalar var. Shell, Agip, Vodafone, Spar, Suzuki, Mc Donalds filan var ama gerisi henüz gelmeye çekiniyor sanırım. Ya da gelseler de buradan çok kar edemeyeceklerinin farkındalar. Genellikle sade, tutumlu, enerjisi düşük bir hayat yaşıyor Macarlar sanki. Havaalanında check-in sırası beklerken yan taraftaki Odessa uçağının check-in kuyruğuna baktım şöyle bir. Kırkını aşmış boyalı sarışın teyzeler üzerlerinde sarı transparan bluzlar, altlarında uyumsuz sütyenler, şıpıdık terliklerle filan sıra bekliyorlardı. Bu düpedüz kiç evet, ama bir rengi var. Burada o renk de yok. Ben Macar olsam kesin intihar ederdim sanırım. Bu hayata Macar olarak gelmenin bir dramı yok. Bu Macaristan fena halde Nuri Bilge Ceylan. Bu filmin adı kesinlikle Macar Sıkıntısı.
Şimdilik bu kadar. Arkası yarın olur mu bilmiyorum.
Yorumlar
Budapeste hakkinda yadiklarinin yarisi abarti, geri kalan yarisi da mübala. Sana ve sen gibilere özgü, Türk'e Türk propagandasi yapma sevdasi nedeniyle olsa gerek, kendini bi bok sanmissin Budapeste"de! Yillardir burada yasayan bir türk olarak, senin gibi kazmalarin yerle bir ettigi Türk imajini düzeltmeye calismaktan mide bulantilari geliyor!
Havalaaninda yasadiklarinin nedeninin, her gün buraya kacak girmek isteyen onlarca Türk nedeniyle oldugunu biliyor musun?! Sahte pasaportlarla onlarca Türk vatandasi her gün o begenmedigin, ve de saklamaya gizlemeye de gerek görmedigin osmanlici/irkci asagilamalarindan nasibini alan ülkeye girebilmek, girince de klalabilmek icin can atiyor!
Dünyanin her ülkesinde otellerde kahvalti saatlerinin bir süresi vardir! Kacirirsan ac kalirsin, a benim salak Gökhanim! Otomobil kiralamaya kalktgigin zaman da dünyanin hangi ülkesine gidersen git, senden kredi kartini alir ve cekerler. Bir nevi garantidir o. Hele senin gibi, yazarken bile budalalik ve kendini begenmislik akitan üslubuyla övünen biri icin, gayet normal. Cünkü yazin buysa, kimbilir gercek hayatta nasilsin??
Ned diyim baska?
Sen otur evinde, Istanbul"un gecekondularinda kendini efendi hissedersin, Budapeste"de degil.
Birkac sene sonra, olgunlas birazű sonra bi daha gel:)
Bakalim o zaman nasil göreceksin Budapeste"yi
I.Tunali
(Gökhan'a özel not: Bu arada hepimizin kendi Berna'sı oldu, farkettin mi? Budaaaa Peşteee...:)
budapeşteyi görmedim bilmem ammma velakin anlatım süper...
hatta o kadar süper ki kötü anlatılmış olmasına rağmen gidesim geldi :p
taksici ablayı göresim öpesim geldi...ahahaa :)))
Ben Budapeşte'yi de Macaristan'ı da sevmedim, sevmek zorunda da değilim di mi? Burada yaşadığım aksaklıklar başıma İtalya'da gelseydi, kodumun İtalyasında başıma bunlar geldi, şerefsiz İtalyanlar bunları bunları yaptı diye yazardım. Aynı şey Bodrum'da olsaydı kodumun Türkiye'sinde bir şey de doğru dürüst olmayacak mı diye yazardım. Ama bunları Macaristan'da yaşadım. Bugüne kadar gittiğim hiçbir ülkenin pasaport kontrolünde beş dakikadan fazla beklememişken burada 30 dakika bekletiliyorsam bunu yazarım, Konya havaalanı kadar bir havaalanında, üstelik o sırada inen tek uçak bizimkiyken 45 dakika bagajların gelmesini bekliyorsam bunu yazarım. Aklı evvel Türk kardeşimin bana aldırdığı ve kullanamadığım bilet yüzünden 20 Euro'ya gideceğim yere 40 Euro'ya gitmek zorunda kalıyorsam yazarım. (Gördüğün gibi başıma gelenler sadece Macarların bana yaptıkları değil) İnternette yaptırdığım rezervasyon listede çıkmıyorsa yazarım. (İnterneti sanırım Macarlar yönetmiyor)Otellerde kahvaltının kaçta bittiğini ben de biliyorum, (bak burayı dikkatli okumamışsın öfkeden) ama şehrin göbeğinde, cadde üstünde bir kafeye girip omlet ya da en azından bir kahvaltı benzeri bir şey istediğinde, üstelik saat daha 11'se ve garson teyze kahvaltı yok diyip menüden makarna, et met gösteriyorsa bunu da yazarım. Fransa'da öğlen saat birde bile kahvaltı bulursun. Türkiye'de zaten bulursun. Benim bugüne kadar sabah saat 11'de kahvaltı bulamadığım tek ülke Macaristansa bunu da yazarım!
Araba kiralama hadisesine gelince (burayı da nasıl okuduğunu anlayabilmiş değilim) kredi kartımda 1500 Euro limit olsa şak diye çıkarıp vereceğim ama yok; cebimdeki bütün nakdi alıp üzerine bir de kredi kartımdaki limitleri de bloke ediyorlarsa bunu da yazarım.
Kimse senden kazman Türk imajını düzeltmeye çalışmanı beklemiyor güzel kardeşim, o imaj düzelmez, biz -sen hariç- Türkler kazmayız, bunun imajla bir ilgisi yok. Üstelik ben özellikle yol yordam bilmediğim halde, ilk defa Türkiye dışına çıkmış biri olduğum halde, kendimi bir bok da sanıyorum, ayrıca da salağım, kendini beğenmişim, budalayım, bi dakka senin yazıya bakıyorum atladığım bir şey var mı, hah evet var, Türk'e Türk propagandasi yapan osmanlıcı/ırkçı bir insanım.
Bütün bunları arkama alarak tekrar söylüyorum Macaristan çok sıkıcı, renksiz ve tekdüze, Macar olmak çok sıkıcı, Türk olmaktan çok daha sıkıcı, bu dünyaya Macar olarak gelseydim intihar ederdim.
İstanbul'daki gecekonduma dönmeden önce Macaristan'da başıma gelenleri yazmaya devam edeceğim, seni de o güzel uslübunla eleştirmeye beklerim güzel kardeşim
(Müge'ye özel not: Yaşasın! Yaşasııın! :) )
Gökhan Abi bi de Viyana'nın ipliğini pazara çıkaran bir yazı patlatmanı bekliyorum senden. Prag'ı nasılsa gördüm, böylece Orta Avrupa'yı kafadan elemiş olurum.
Sonra artık kısmetse Güney Amerika falan.
lakin suna katiliyorum, gokan imajimizi cok bozuyor. ben mesela alti aydir Barselona'da o imaji toparlamaya calisiyorum, i-ih kipirdamiyor yerinden. Mesela santa maria del mar'in arkasinda pek begendigim bir restoran var, gokan orada yemek ustune bir tatli siparisi vermisti... o gun bu gun kapisinda pasaport kontrolu var. almiyorlar turkleri. alsalar da en az 45 dakika bekletiyorlar. hayir gokan gibiler yuzunden bizim gibiler magdur oluyoruz. cok uzuluyorum.
"Bir dost" arkadasimizin soyledigi olayin gercekle bir alakasi yoktur. restorandaki butun tatli cesitlerini denemeye calismismamisimdir. garson bana kocaman actigi gozleriyle bakmamistir bir dostla bir olup butun tatlilara dalmamisizdir. bir dakka ya o zaten butun bunlari anlatmadi ki!
bu arada I. Tunali bana da o arkadasmis gibi geliyor :)
Barcelona'yi cok ozlediiiim
Sehr-i barselona da seni ozlemis, ama "bi daha gelirken is mis getirmesin zicarim bacaana" diyor... ben sadece aktariyorum elciye zeval olmaz.
Bu arada kardisimin dedigine gore o promosyonlu biletle sali yola cikip persembe donmek gerekiyormus. bir thy sakasi olmali sanirim bu.
Ayrica polente bir adet de ukalalik ediciim; Barsa fitbol takimina Barna ise sehirin bizzatihi kendisine yonelik kisaltmadir. bunu duzeltme geregi duyuyorumm ziira yalan yanlis bilmeden soyluyorsunuz :o) yurtdisinda rezil oluyoruz, imaj duzeltmemiz falan gerekiyor. :o)
yazıyı bi böl yaw. her gün bi bölüm bi hafta gitsin yazı, daha çok okunur hem.