Bu sabah erken uyandım. 8 benim için erken bir saat. Diğer faniler genelde Cumartesi günü erken kalkmamayı kutsal bir ayrıcalık olarak görürler. Benim için o mesele liseyi bitirdiğim gün bitti. Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Perşembe farketmiyor. Genelde işim gerektirmediği sürece erken kalkmak gibi bir zorunluluğum yok. O yüzden insanlar öğle yemeğini yerken ben daha bir gözüm açılmamış halde Kızım'ı gezmeye çıkarırım.
Bu sabah erken uyandım. Erken uyandığımda, ya da genellersek her gün, uyandıktan sonra geçen ilk yarım saat benim için çok özeldir. Çünkü son bir kaç saati, geçirdiği günün düşüncelerini gerekli yerlere hızlı bir şekilde yerleştirip gerekli kategorizasyonu yaptıktan sonra kahve eşliğinde internetten indirdiği okey oyununu oynarken dükkanın açılmasını bekleyerek geçiren beynim bir anda çalışmaya başlar. Fakat bu yarım saatlik bir süreçtir. Ben bu sırada kafamda dolaşan düşüncelere, imgelere, sözlere, bazen de dizelere hayret ederim. Her seferinde kendime uyanır uyanmaz bir deftere sarılmak, bir ses kayıt cihazını elime tutuşturmak gerektiğini söylerim. Ama bilirim ki aslında bu düşünceler kağıda dökülmeye çalıştığında aynı tadı vermezler, seslendirmeye kalktığımda içeriklerinden çok şey kaybederler.
Hani başımızı aniden çevirdiğimizde gözlerimizin önünde uçuşan kıytırık parıltılar vardır ya, izlemeye, yakalamaya, çerçeveden çıkarmamaya uğraştığımız. Onlara benzerler aslında, yakalamak mümkün değildir. Uyanmış, iki ayak üstünde durmaya başlamış insanın hayatta kalmaya çabası onları siler atar. Dengeni bulmaya çalışma, işeme, dişlerini fırçalama, yüzünü yıkama, sigara ihtiyacı, dışarıdan gelen ezan sesi, köpeklerden birinin ya da ikisinin birden ayaklarına dolanması gibi çok basit sebeplerden dolayı kayboluverirler. Bu yüzden onları çerçevenin içinde tutmaya çalışmaktan uzun süre önce vazgeçtim. Ama akışlarını seyretmek de hoşuma gidiyor.
Çok nadiren de olsa bazı düşünceler, cümleler, imgeler daha uzun süre çerçevenin içinde kalmayı becerebiliyorlar, benim hiçbir etkim olmadan üstelik. Bugün de böyle bir düşünceyi taşıyorum aklımda. İstemeden de olsa bir buçuk saattir bir köşede oturmuş sırasını bekliyor. Eh böyle olduğu zamanlarda da bu düşünceleri değerlendirmek, bir köşede yavaş yavaş silikleşmesine en sonunda da yokolmasına izin vermemek gerekir.
Geçen yazıda da belirttiğim üzere bugünlerde yazma konusunda bir isteksizlik yaşıyorum. O yüzden de bütün süper kahraman özelliklerimi kişisel geçmiş arkeolojisine vermiş durumdayım. Bin yıl önce yere düşürdüğüm, bugün toprağın dört beş metre altında kuzu gibi yatmakta olan bozuk paralarımı tekrar yeryüzüne çıkarıyorum bir bir. Anlar, süreçler, fotoğraf kareleri, el yazıları, el yazısıyla yazılmış metinlerin içerikleri. Alakasız bir yerde alakasız bir yoldan geçme eylemi sırasında 1989 yılıında Montrö Meydanında bir yolu katederken aksi istikametten gelen zenci kıza bakakalışım geliyor aklıma. Asker babasını memuriyeti sebebiyle İzmir'de bulunan[1] bu çok güzel kızın yüzüne bakakalmıştım afallayarak. Ben ki insanların özellikle de dişi kişilerin yüzlerine kolay kolay bakıp kalamam. Ama çok güzeldi be abi! Bir anda kafamdan binlerce olasılık geçmişti. Kurduğum hikayelerden birinin sonunda kendimi Niuv Hempşayr’da müstakil bir evde iki tane golden, dört tane melez çocuk, bir cip ve bir steyşın vagon arabayla mutlu bir halde bile bulmuştum. Fekat benim o kızla konuşmaya çalışmam bile mümkün değildi, İngilizcemin kırık dökük olmasının, onun Fransızca ya ta Türkçe bilmemesinin ötesinde bir imkansızlıktı bu. Süper utangaçtım. Öte yandan ben bunları düşünürken mucizevi bir şey gerçekleşti, kız yanımdan ağır çekimde geçerken bana gülümsedi. “O beni gördüğün andan beri kapanmayan ağzını kapattığın taktirde daha da hoş bir çocuk olacaksın” der gibi gülümsedi üstelik. Aşk fakiri ergenliğimde bana verilmiş en güzel hediyelerden birisidir bu gülümseme.
İşte yıllar sonra alakasız bir yerde alakasız bir yoldan geçme eylemi sırasında bu çıkıverdi toprağın altından. Bugünlerde çok şeyler çıkıyor dediğim gibi, verimli bir kazı çalışması yürütüyorum kısacası. Tam bu noktada yazının başlığına geri döneyim. Sabahtan beri aklımda dolaşıp duran o düşünceyi, biraz önce dükkana girebilmek için hanın kapısını açması gereken Mehmet abiyi beklerken dilimden dökebildim sonunda:
Ben başka biri olabilir miydim?
[1] Bu başka bir yazının konusu olur mu acaba? Bizim yazarlarımız babalarının memuriyeti dolayısıyla liseyi Muğla, Artvin ve Kastamonu'da okurken Amerikalı bir yazar babasının memuriyeti dolayısıyla liseyi Manila, İzmir ve Vladivostok'ta okuyabiliyor mesela, emperyal ülke farkı anasını satayım ;)
Bu sabah erken uyandım. Erken uyandığımda, ya da genellersek her gün, uyandıktan sonra geçen ilk yarım saat benim için çok özeldir. Çünkü son bir kaç saati, geçirdiği günün düşüncelerini gerekli yerlere hızlı bir şekilde yerleştirip gerekli kategorizasyonu yaptıktan sonra kahve eşliğinde internetten indirdiği okey oyununu oynarken dükkanın açılmasını bekleyerek geçiren beynim bir anda çalışmaya başlar. Fakat bu yarım saatlik bir süreçtir. Ben bu sırada kafamda dolaşan düşüncelere, imgelere, sözlere, bazen de dizelere hayret ederim. Her seferinde kendime uyanır uyanmaz bir deftere sarılmak, bir ses kayıt cihazını elime tutuşturmak gerektiğini söylerim. Ama bilirim ki aslında bu düşünceler kağıda dökülmeye çalıştığında aynı tadı vermezler, seslendirmeye kalktığımda içeriklerinden çok şey kaybederler.
Hani başımızı aniden çevirdiğimizde gözlerimizin önünde uçuşan kıytırık parıltılar vardır ya, izlemeye, yakalamaya, çerçeveden çıkarmamaya uğraştığımız. Onlara benzerler aslında, yakalamak mümkün değildir. Uyanmış, iki ayak üstünde durmaya başlamış insanın hayatta kalmaya çabası onları siler atar. Dengeni bulmaya çalışma, işeme, dişlerini fırçalama, yüzünü yıkama, sigara ihtiyacı, dışarıdan gelen ezan sesi, köpeklerden birinin ya da ikisinin birden ayaklarına dolanması gibi çok basit sebeplerden dolayı kayboluverirler. Bu yüzden onları çerçevenin içinde tutmaya çalışmaktan uzun süre önce vazgeçtim. Ama akışlarını seyretmek de hoşuma gidiyor.
Çok nadiren de olsa bazı düşünceler, cümleler, imgeler daha uzun süre çerçevenin içinde kalmayı becerebiliyorlar, benim hiçbir etkim olmadan üstelik. Bugün de böyle bir düşünceyi taşıyorum aklımda. İstemeden de olsa bir buçuk saattir bir köşede oturmuş sırasını bekliyor. Eh böyle olduğu zamanlarda da bu düşünceleri değerlendirmek, bir köşede yavaş yavaş silikleşmesine en sonunda da yokolmasına izin vermemek gerekir.
Geçen yazıda da belirttiğim üzere bugünlerde yazma konusunda bir isteksizlik yaşıyorum. O yüzden de bütün süper kahraman özelliklerimi kişisel geçmiş arkeolojisine vermiş durumdayım. Bin yıl önce yere düşürdüğüm, bugün toprağın dört beş metre altında kuzu gibi yatmakta olan bozuk paralarımı tekrar yeryüzüne çıkarıyorum bir bir. Anlar, süreçler, fotoğraf kareleri, el yazıları, el yazısıyla yazılmış metinlerin içerikleri. Alakasız bir yerde alakasız bir yoldan geçme eylemi sırasında 1989 yılıında Montrö Meydanında bir yolu katederken aksi istikametten gelen zenci kıza bakakalışım geliyor aklıma. Asker babasını memuriyeti sebebiyle İzmir'de bulunan[1] bu çok güzel kızın yüzüne bakakalmıştım afallayarak. Ben ki insanların özellikle de dişi kişilerin yüzlerine kolay kolay bakıp kalamam. Ama çok güzeldi be abi! Bir anda kafamdan binlerce olasılık geçmişti. Kurduğum hikayelerden birinin sonunda kendimi Niuv Hempşayr’da müstakil bir evde iki tane golden, dört tane melez çocuk, bir cip ve bir steyşın vagon arabayla mutlu bir halde bile bulmuştum. Fekat benim o kızla konuşmaya çalışmam bile mümkün değildi, İngilizcemin kırık dökük olmasının, onun Fransızca ya ta Türkçe bilmemesinin ötesinde bir imkansızlıktı bu. Süper utangaçtım. Öte yandan ben bunları düşünürken mucizevi bir şey gerçekleşti, kız yanımdan ağır çekimde geçerken bana gülümsedi. “O beni gördüğün andan beri kapanmayan ağzını kapattığın taktirde daha da hoş bir çocuk olacaksın” der gibi gülümsedi üstelik. Aşk fakiri ergenliğimde bana verilmiş en güzel hediyelerden birisidir bu gülümseme.
İşte yıllar sonra alakasız bir yerde alakasız bir yoldan geçme eylemi sırasında bu çıkıverdi toprağın altından. Bugünlerde çok şeyler çıkıyor dediğim gibi, verimli bir kazı çalışması yürütüyorum kısacası. Tam bu noktada yazının başlığına geri döneyim. Sabahtan beri aklımda dolaşıp duran o düşünceyi, biraz önce dükkana girebilmek için hanın kapısını açması gereken Mehmet abiyi beklerken dilimden dökebildim sonunda:
Ben başka biri olabilir miydim?
[1] Bu başka bir yazının konusu olur mu acaba? Bizim yazarlarımız babalarının memuriyeti dolayısıyla liseyi Muğla, Artvin ve Kastamonu'da okurken Amerikalı bir yazar babasının memuriyeti dolayısıyla liseyi Manila, İzmir ve Vladivostok'ta okuyabiliyor mesela, emperyal ülke farkı anasını satayım ;)
Yorumlar