Ben çok kahve içen bir insanım. Aynı zamanda çok çay da içiyorum. Çayda olmuyor ama kahvede kesinlikle oluyor. Bir litreye yakın kahve içince vücuttaki kafein oranı çüş sınırını bir hayli geçiyor. O zaman da kahve kafasının ne olduğunu anlıyor insan.
Çocukluğumun geçtiği evde yıllar boyu bir köşede boynu bükük durmuş olan kahve makinesini ilk keşfettiğimde yirmili yaşlarımın ortalarındaydım. Zavallı yavruyu alıp hemen İstanbul'a getirdim. Kahve makinesinde yapılan kahvenin adı filtre kahvedir. Sizin ve maalesef benim de kafelerde ısmarladığımızda önümüze getirilen şeyin adı aslında Americano'dur. Tadı da bir halta da benzemez.
İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda inceden İtalya'yı işgal eden Amerikan askerleri, zifir gibi şat espresso'yu içemedikleri için espresso'nun içine sıcak su koyarak kendi filtre kahvelerine en yakın tadı yakalamaya çalışmışlar. Ama ne espresso'nun yoğun kıvamı, keskin tadı ve uyarıcı özelliği kalmıştır Americano'da, ne de filtre kahvenin yumuşak içimi ve uzun süreye yayılabilen tadı. İtalyanlar çok doğru bir tercihle Americano demişlerdir bu deforme kahveye. Amerika Birleşik Devletleri de içine giren yüzlerce farklı kültürü deforme ederek oluşmuş, bir halta benzemeyen, dandik bir "şey" değil midir zaten?
İtalya'da bir yerden sonra espresso'dan gına gelince, bir de üstüne damağım filtre kahvenin tadını özlediği için kendimi Americano'ya verdim. Her gittiğimiz barda Americano istiyorum. Baristalar bana dandik bir adam muamelesi yapıyorlar. O zaman sen bana Americano verme Latte ver diyorum alışkanlıkla. Sıcak süt getiriyor adam önüme haklı olarak. Çünkü Amerikanca'dan çarpma Starbucks lisanıyla istediğimiz o "Latte"ler İtalyanca'da sadece süt anlamına geliyor. "Cafe Latte" dersen alabiliyorsun istediğini. Onu içince de kendini bebe gibi hissediyorsun, çünkü adam sabahın köründe maymun bir halde geliyor bara, expres bir şekilde çakıyor ardı ardına iki-üç espresso'yu, insana dönmüş bir halde çıkıyor bardan. "Aman be! Dönerim memleketime, yaparım filtre kahvenim, içerim lıkır lıkır" diyorsun, memleket ve filtre kahve kelimeleri Bolivya'lı ya da Kolombiyalı olmadığım için aynı cümle içinde olmuyor, konsept oturmuyor.
Nihayetinde gittiğiniz/gittiğimiz kafelerde içtiğiniz/içtiğimiz "filtre kahve" aslında Americanodur. Bir kere deneyip de sevmeyen bana "ben filtre kahve sevmiyorum yaaa" diye gelmesin.
Ne diyordum, yıllar yıllar önce, gıcır gıcır kahve makinemi alıp eve getirdikten ve lıkır lıkır içmeye başladıktan sonra aşık oldum ben filtre kahveye. Aşkımız hala devam ediyor. Filtre kahveye alıştığım günden beri zorunlu olmadıkça (Buradaki zorunluluk nedir? Denizli yolunda bir dinlenme tesisinde durursun, fena halde kahve içmek istemektesindir.)Neskafe içmedim, içmem, içeni de sevmem. Kimse bana neskafenin ne güzel ne özel olduğundan filan bahsetmesin, filtre kahvenin yanında neskafe, eşeğe göz dikmek gibi bir şey benim için. Neskafenin, özellikle de Neskafe Klasik'in içilebilir olduğu tek formül Yonan ellerinde yapılan frapedir. O da ancak yazın güzel gider, kışın buzlu buzlu pek gitmez.
İlk deneyimlerimi Jacobs ve Maxwell ile yaşadıktan sonra, 2000'lerde başlayan kahveci dükkanları patlamasıyla birlikte farklı tatlara yelken açmaya başladım. Kahvelerle daha fazla haşır neşir olmaya başladıkça anladım ki Jacobs ve Maxwell de filtre kahve camiasının Neskafeleri aslında. Benim için olmasalar da olur, zorda kalmadıkça almam, içmem. Tamamen deneme yanılma yöntemiyle kahve yollarında yürürken Kadıköy çarşısında çarptığım bir kahveci hayatın anlamını bulmamda bana yardımcı olmuştur. Hayır, Kuru Kahveci Mehmet Efendi'den bahsetmiyorum. Çarşı içindeki Migros'un tam karşı sokağında soldaki küçük dükkandan bahsediyorum. Şimdilerde önüne atılan iki masada kahve de içilebiliyor. Keşke adını da hatırlayabilsem ama maylefes. Ben ilk gitmeye başladığımda içerde sadece işinin ehli olduğu kadar da suratsız olan pavyon fedaisi kılıklı bir çalışanı vardı. Adam suratsızdı ama her gidişimde beni "hoşgeldiniz"lerle karşılar "gene bekleriz"lerle gönderirdi. Hala orada çalışıyor. Dükkana ilk girdiğim gün, "ulan burda filtre kahve yoktur ama hadi bir sorayım" diyerek girmiş, adamın "açık mı olsun koyu mu?" sorusuyla dumura uğramıştım. Amcam yumuşak içimli çekirdeklerden 250 gram kadar çekip elime verdiğinde şaşkınlığım hala geçmemişti. Eve gelip de kahveyi yaptığımda ise çok lezzetli bir kahve tadıyla karşı karşıya olduğumu anladım. İki sebebi vardı, dükkan aslında bir Türk Kahvecisi olduğu için devridaimi çok oluyor, çekirdekler hep çok taze oluyordu, ayrıca taze çekilmiş çekirdekten yapılan kahvenin tadı başka hiçbir kahvede bulunmaz.
Demek ki ne gerekiyordu? Bir kahve değirmeni. Bir arkadaşımız, sağolsun, yeni evimize çıkarken ev hediyesi olarak bir tane aldı ve beni ihya etti. Ben de İtalya'da boş durmadım çeşitli ebatlarda espresso cezveleri aldım kendime. Şimdi her sabah sadece bir fincan espresso çakmadan çıkmıyorum evden.
Kahve de bir çeşit doğal uyarıcı olduğu için fazla tüketildiğinde doğal olarak bir kafası oluyor. Hem de her kahve türünün farklı kafaları oluyor. Mesela Starbaks'ın Peru kahvesi. Kırmızımsı bir paketi vardı yanlış hatırlamıyorsam. Kesinlikle berbat! Kahvenin kendisi güzel, ona bir lafım yok. Ama bir litre tüketilince benim içimdeki Hulk ortaya çıkmaya başlıyor. "Hepiniziskerim ulaaan!" demeye başlıyor bünye. Bir sinir hali, gereksiz ve anlamsız, bir noktadan sonra "bu lamba niye böyle duruyor! Ben bu şerefsiz kahpe temizlikçiye benim eşyalarımın yeriyle oynama demedim mi!" tarzında garip şeylere kızarken buluyorum kendini. Ter basıyor, Burzum filan dinleyip kendini duvarlara vurmak, yan odada çalışan Yılmaz'a şarlamak, karşı şarlaması sonucunda kafa göz demeden girişmek istiyorum. Ben genelde aynı hatayı iki kere yapan tiplerdenim. Starbaks'tan aldığım ikinci Peru kahvesinin sonuna geldiğimde ancak aydım beni o hale getirenin kahve olduğuna. Sonra da aynı kahveden almamaya dikkat ettim.
Son günlerde mesela Kahve Dünyası adındaki dandik mekandan aldığım Hint Kahvesi'ni içiyorum. Bu kahvenin kafası bana çok daha uygun çünkü bir litreden sonra kendimi fena halde pozitif bir hissiyat içinde buluyorum ve aklıma enteresan fikirler geliyor. Bizim işlerde akla enteresan fikirler gelmesi nadir görülen ve hep istenen bir şeydir. Fakat bu kahvenin kafası geçtikten sonra da kendimi masada uyuklarken buluyorum.
Yukarıda bahsettiğim Kadıköy Çarşısı'ndaki kahveciden aldığım kahve bu anlamda en dengeli kahvelerden bir tanesi. Uzun süren sabah mahmurluğumu atmama yardımcı olur, bir miktar enerji yükseltir ve o enerjiyi uzun süre muhafaza eder. Ama artık karşıda oturduğum için eskisi kadar sık alamıyorum o kahveden de. Üstelik insan bir yerden sonra sürekli aynı kahveyi içmek istemiyor.
Sonuç olarak kahve hadisesini seviyorum ben. Issız bir adaya düşsem yanıma alacağım üç şey kahve değirmeni, kahve makinesi ve sigara olurdu sanırım. Ne de olsa ıssız adalar hep tropikal bölgelerde olur ki kahve de o bölgelerde yetişir. Aslansın kahve, kaplansın kahve sen olmasan ne olurdu benim halim civan kahve diyerek bitiriyorum bu yazıyı be!
Çocukluğumun geçtiği evde yıllar boyu bir köşede boynu bükük durmuş olan kahve makinesini ilk keşfettiğimde yirmili yaşlarımın ortalarındaydım. Zavallı yavruyu alıp hemen İstanbul'a getirdim. Kahve makinesinde yapılan kahvenin adı filtre kahvedir. Sizin ve maalesef benim de kafelerde ısmarladığımızda önümüze getirilen şeyin adı aslında Americano'dur. Tadı da bir halta da benzemez.
İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda inceden İtalya'yı işgal eden Amerikan askerleri, zifir gibi şat espresso'yu içemedikleri için espresso'nun içine sıcak su koyarak kendi filtre kahvelerine en yakın tadı yakalamaya çalışmışlar. Ama ne espresso'nun yoğun kıvamı, keskin tadı ve uyarıcı özelliği kalmıştır Americano'da, ne de filtre kahvenin yumuşak içimi ve uzun süreye yayılabilen tadı. İtalyanlar çok doğru bir tercihle Americano demişlerdir bu deforme kahveye. Amerika Birleşik Devletleri de içine giren yüzlerce farklı kültürü deforme ederek oluşmuş, bir halta benzemeyen, dandik bir "şey" değil midir zaten?
İtalya'da bir yerden sonra espresso'dan gına gelince, bir de üstüne damağım filtre kahvenin tadını özlediği için kendimi Americano'ya verdim. Her gittiğimiz barda Americano istiyorum. Baristalar bana dandik bir adam muamelesi yapıyorlar. O zaman sen bana Americano verme Latte ver diyorum alışkanlıkla. Sıcak süt getiriyor adam önüme haklı olarak. Çünkü Amerikanca'dan çarpma Starbucks lisanıyla istediğimiz o "Latte"ler İtalyanca'da sadece süt anlamına geliyor. "Cafe Latte" dersen alabiliyorsun istediğini. Onu içince de kendini bebe gibi hissediyorsun, çünkü adam sabahın köründe maymun bir halde geliyor bara, expres bir şekilde çakıyor ardı ardına iki-üç espresso'yu, insana dönmüş bir halde çıkıyor bardan. "Aman be! Dönerim memleketime, yaparım filtre kahvenim, içerim lıkır lıkır" diyorsun, memleket ve filtre kahve kelimeleri Bolivya'lı ya da Kolombiyalı olmadığım için aynı cümle içinde olmuyor, konsept oturmuyor.
Nihayetinde gittiğiniz/gittiğimiz kafelerde içtiğiniz/içtiğimiz "filtre kahve" aslında Americanodur. Bir kere deneyip de sevmeyen bana "ben filtre kahve sevmiyorum yaaa" diye gelmesin.
Ne diyordum, yıllar yıllar önce, gıcır gıcır kahve makinemi alıp eve getirdikten ve lıkır lıkır içmeye başladıktan sonra aşık oldum ben filtre kahveye. Aşkımız hala devam ediyor. Filtre kahveye alıştığım günden beri zorunlu olmadıkça (Buradaki zorunluluk nedir? Denizli yolunda bir dinlenme tesisinde durursun, fena halde kahve içmek istemektesindir.)Neskafe içmedim, içmem, içeni de sevmem. Kimse bana neskafenin ne güzel ne özel olduğundan filan bahsetmesin, filtre kahvenin yanında neskafe, eşeğe göz dikmek gibi bir şey benim için. Neskafenin, özellikle de Neskafe Klasik'in içilebilir olduğu tek formül Yonan ellerinde yapılan frapedir. O da ancak yazın güzel gider, kışın buzlu buzlu pek gitmez.
İlk deneyimlerimi Jacobs ve Maxwell ile yaşadıktan sonra, 2000'lerde başlayan kahveci dükkanları patlamasıyla birlikte farklı tatlara yelken açmaya başladım. Kahvelerle daha fazla haşır neşir olmaya başladıkça anladım ki Jacobs ve Maxwell de filtre kahve camiasının Neskafeleri aslında. Benim için olmasalar da olur, zorda kalmadıkça almam, içmem. Tamamen deneme yanılma yöntemiyle kahve yollarında yürürken Kadıköy çarşısında çarptığım bir kahveci hayatın anlamını bulmamda bana yardımcı olmuştur. Hayır, Kuru Kahveci Mehmet Efendi'den bahsetmiyorum. Çarşı içindeki Migros'un tam karşı sokağında soldaki küçük dükkandan bahsediyorum. Şimdilerde önüne atılan iki masada kahve de içilebiliyor. Keşke adını da hatırlayabilsem ama maylefes. Ben ilk gitmeye başladığımda içerde sadece işinin ehli olduğu kadar da suratsız olan pavyon fedaisi kılıklı bir çalışanı vardı. Adam suratsızdı ama her gidişimde beni "hoşgeldiniz"lerle karşılar "gene bekleriz"lerle gönderirdi. Hala orada çalışıyor. Dükkana ilk girdiğim gün, "ulan burda filtre kahve yoktur ama hadi bir sorayım" diyerek girmiş, adamın "açık mı olsun koyu mu?" sorusuyla dumura uğramıştım. Amcam yumuşak içimli çekirdeklerden 250 gram kadar çekip elime verdiğinde şaşkınlığım hala geçmemişti. Eve gelip de kahveyi yaptığımda ise çok lezzetli bir kahve tadıyla karşı karşıya olduğumu anladım. İki sebebi vardı, dükkan aslında bir Türk Kahvecisi olduğu için devridaimi çok oluyor, çekirdekler hep çok taze oluyordu, ayrıca taze çekilmiş çekirdekten yapılan kahvenin tadı başka hiçbir kahvede bulunmaz.
Demek ki ne gerekiyordu? Bir kahve değirmeni. Bir arkadaşımız, sağolsun, yeni evimize çıkarken ev hediyesi olarak bir tane aldı ve beni ihya etti. Ben de İtalya'da boş durmadım çeşitli ebatlarda espresso cezveleri aldım kendime. Şimdi her sabah sadece bir fincan espresso çakmadan çıkmıyorum evden.
Kahve de bir çeşit doğal uyarıcı olduğu için fazla tüketildiğinde doğal olarak bir kafası oluyor. Hem de her kahve türünün farklı kafaları oluyor. Mesela Starbaks'ın Peru kahvesi. Kırmızımsı bir paketi vardı yanlış hatırlamıyorsam. Kesinlikle berbat! Kahvenin kendisi güzel, ona bir lafım yok. Ama bir litre tüketilince benim içimdeki Hulk ortaya çıkmaya başlıyor. "Hepiniziskerim ulaaan!" demeye başlıyor bünye. Bir sinir hali, gereksiz ve anlamsız, bir noktadan sonra "bu lamba niye böyle duruyor! Ben bu şerefsiz kahpe temizlikçiye benim eşyalarımın yeriyle oynama demedim mi!" tarzında garip şeylere kızarken buluyorum kendini. Ter basıyor, Burzum filan dinleyip kendini duvarlara vurmak, yan odada çalışan Yılmaz'a şarlamak, karşı şarlaması sonucunda kafa göz demeden girişmek istiyorum. Ben genelde aynı hatayı iki kere yapan tiplerdenim. Starbaks'tan aldığım ikinci Peru kahvesinin sonuna geldiğimde ancak aydım beni o hale getirenin kahve olduğuna. Sonra da aynı kahveden almamaya dikkat ettim.
Son günlerde mesela Kahve Dünyası adındaki dandik mekandan aldığım Hint Kahvesi'ni içiyorum. Bu kahvenin kafası bana çok daha uygun çünkü bir litreden sonra kendimi fena halde pozitif bir hissiyat içinde buluyorum ve aklıma enteresan fikirler geliyor. Bizim işlerde akla enteresan fikirler gelmesi nadir görülen ve hep istenen bir şeydir. Fakat bu kahvenin kafası geçtikten sonra da kendimi masada uyuklarken buluyorum.
Yukarıda bahsettiğim Kadıköy Çarşısı'ndaki kahveciden aldığım kahve bu anlamda en dengeli kahvelerden bir tanesi. Uzun süren sabah mahmurluğumu atmama yardımcı olur, bir miktar enerji yükseltir ve o enerjiyi uzun süre muhafaza eder. Ama artık karşıda oturduğum için eskisi kadar sık alamıyorum o kahveden de. Üstelik insan bir yerden sonra sürekli aynı kahveyi içmek istemiyor.
Sonuç olarak kahve hadisesini seviyorum ben. Issız bir adaya düşsem yanıma alacağım üç şey kahve değirmeni, kahve makinesi ve sigara olurdu sanırım. Ne de olsa ıssız adalar hep tropikal bölgelerde olur ki kahve de o bölgelerde yetişir. Aslansın kahve, kaplansın kahve sen olmasan ne olurdu benim halim civan kahve diyerek bitiriyorum bu yazıyı be!
Yorumlar
bizim şube müdürü her sabah filtre kahvesini içer..o kahvesini içmeden, ben ayılamam...
böle garip bişi var benim hayatımda çözemedim gitti...
bi gün azimliyim filtre kaave içenler arasında yerimi alcam...cool olcam..ahahaa :)))
ps: kadıköydeki o kahvecideki acaip adamı ben de tanıyorum...bi gün bana siz asyalısınız galiba, türk kahvesini bilir misiniz dedi..
hııı?? dedim...
garip bi adamla garip bi diyalog halİ işte...
sanki bahsedilen kahve değilde zemzem suyu mübarek (hoş zemzem suyuda bişeye benzemez ama).
düşündüm "bunlara kahve niyetine bok kaynatsan içerler" dedim.
sonra yorumlarda zaten böyle bir niyetin bulunduğunu görünce "yok artık daha neler" dedim.
kedi bokundan yapılan kahvenin (mide özütlerinin o kahveye bir aroma kattığı söyleniyor) peşinde koşan Gökhan için üzülürken bu sefer aklıma Vegan'lar yer etti.
"Allah hiç kimseyi açlıkla terbiye etmesin" derdi annem. Vegan' ların terbiye edilmek için başka şansı bulunmuyor.
aslında bloggerların demek istedikleri :
--bi gün bana siz asyalısınız galiba, türk kahvesini bilir misiniz dedi--
fish sanırım burada çekik gözlüyüm demek istiyor.
Fitne fücur mode on.. :)
(Yem gördüm mü dayanamam yutarım. Balık burcuyum belirtmek isterim :))
hee koccaaaa yorumda bi blogger olarak çekik gözlerimi belirtmeye çalıştım :P
benim çekik gözlerim adamın acaipliğinden daha ağır basmış...
hem ayrıca her bok bir değildir...biz kahvedeki boku seviyoruz...:P
"gregor - çekik göz - beğenme beğendirme " mevzusu ise külliyen yalan...
gregor un algılama durumu ise değişik :PP
fakat şimdi anladım ki önder de dinenir ben bile takip edilebilirim. talisman sen beni mi takip ediyorsun ? üçüncü bir şahsın blogunun yorum kısmında yazdığım bir yazı...
vay vay vay:)
kedi olayı fish'in dediği gibi doğru, bi de sen kendini pis boğaz sanırdın di mi.
benim algılama durumum gerçekten farklıdır fish.şimdi senin gözler çekik olduğundan tam açılamıyor, o yüzden o algılamaya hakim olamıyorsundur:)
bi kahvenin kırk yıl geyik muhabbeti olurmuş gökhan, durum gördüğün gibi...
Kabarma Gregor, sadece seni değil herkesi takip ediyorum. Ufak detaylar konusunda acaip bir hafızam var.
I am not a stalker. Bunu söylerken haince gözlerimi kıstım, çekik gibi oldu Allah seni inandırsın.. :))
gözlerim çekik ama kısık değil yaww...badem mübarek :PP
fal taşı gibi açabilirim gerekirse aha :))
gökhan pardon yaa kedi bokundan nerelere geldik...
Badem gözlüm beni unut
Kırık yumurtadan kırık
Benden yapacağın çocuk.."
Kedi bokundan "Japon Balıkçısı" na kadar uzanalım.. :)
Talisman kedinin boku hadisesi doğru, kahvenin adı Kopi Luwak onu sıçan kedinin adı da Paradoxurus hermaphroditus. "Bokunda boncuk bulmak" deyimi bize Sumatraca'dan geçme, aslı "bokunda kahve çekirdeği bulmak". Kanuni zamanında Hindistan'a sefer eyleyen Türk denizciler almışlar, yolda kahve çekirdeği boncuğa dönüşmüş.
Gregor Morgan Freeman'la Jack Nicholson'un oynadığı Bucket List diye bir film var, bizde de vizyona girdi çıkıverdi sonra, Jack Nicholson orada milyarder bir işadamını oynuyor ve en büyük zevki, Kopi Luwak içmek. Morgan Freeman filmin sonunda bir mektup bırakıyor buna ve Kopi Luwak'ın neden yapıldığını anlatıyor. Filmin tek komik sahnesi de o zaten. Bulursan seyretme çünkü film kötü. hahahaha.
yaw ben nie hatırlamıorum hiç kaş göz muhabbeti allaa alaaa.???
dur bi düşüniyim çocukluğa iniyim...
Talisman uzanalım da nasıl uzandık taaaa oraya ben onu anlamadım be ya!
Fish badem gözlüydü ya ordan uzandık, şiirde "Badem gözlüm beni unut" geçtiği için..
Bu arada kırık değil çürük olacak yanlış yazmışım. :)
Allahtan reva mıdır?
bi de haddim olmayarak -biraz da alakasız- bi şey söyliyim dedim: senin o hiç beğenmediğin "tiksinç" nescafe'ler var ya (ancak onlardan içebiliyoz napalım) onu tatlandırmak için 2/3 çay kaşığı damla sakızı reçeli koyunca içine, öyle hastası oluyosun ki içemiyosun kahveyi, direkman koynuna alıyosun. hani aklında bulunsun bi gün belki denersin diye şeyettim :)
ciaooooo!