Ruhi Su'dan dinlemeyi çok sevdiğim bir Karacaoğlan türküsüdür bu.
Ben meylimi üç güzele düşürdüm
Biri Şems-i, biri Kamer, ille Elif
Onların aşkıyla aklım şaşırdım
Biri Şems-i, biri Kamer, ille Elif
Onların aşkıyle aklım şaşırdım
Hangisinden yad eyleyim gönlümü
Garip gönlümü
Birinin evleri kaya başında
Birinin evleri alnım duşunda (o duş değil evladım, atlama hemen dûş. Gerçek olmayan, imge, hayal anlamında)
Biri yeni değmiş onbeş yaşında
Biri Şems-i, biri Kamer, ille Elif
Birinin parmağı dopdolu yüzük
Birinin kolunda sırça bilezik
Büyüğünü sevsem küçüğe yazık
Biri Şems-i, biri Kamer, ille Elif
Turna gelir, yüce dağı yol eder
Ördek gelir, çayır çimen göl eder
Üç güzel oturmuş bana el eder
Biri Şems-i, biri Kamer, ille Elif
Fizy'den arayın belki bulursunuz. Ruhi Su, su gibi akan sesiyle yaşam sevinci yayar bu türküyle. Neden bilmem, Karacaoğlan'ın çok kafa bir adam olduğunu düşündürmüştür usta bana hep. Şimdi niye yazdım bu türkünün sözlerini?
Çünkü ben de meylimi üç güzele düşürdüm bu ömrü hayatımda.
Biri Janis Joplin, biri Lhasa de Sela, biri Beth Gibbons.
Birinin cennettir mekanı
Biri doğdu Big İndian, New York'ta
Biri yaktı beni Portishead.... 'da (yersen)
Hani bazen romantik-komedilerde olur ya, Fransızca konuşan bir erkek vardır, kadın bir anda tahrik olur ve adamın üstüne atlar, adam ne olduğunu anlamaz. Kadın "Çok konuşma! Fransızca konuşmaya devam et!" der ve sevişmeye başlarlar. Dünyayı durduran bir şeydir o kadın için Fransızca. Bu üç kadının sesini nerde duysam dünya duruyor benim için. En azından bir parçam için, çantama atıyorum, yoluma devam ederken beynimin bir kısmıyla onları ve nefis seslerini dinliyorum. Güçlü kadın seslerine karşı zaafım var benim.
Bu kadının sesini ilk duyduğumda Bahariye'de oturuyordum. Salih'le birlikte. Salih'in hayvan gibi bir müzik arşivi vardı ve Davut Sulari'den Lhasa de Sela'ya gelebiliyordu insan birdenbire (sırf bunun için bile hayatıma girdiğin güne şükrederim Salih'in. O orta 1'di ben hazırlık. İzci kıyafetleri vardı üstünde) Bahariye'de yağmur yağıyordu, solumdaki yokuştan aşağı sular akıyordu, odamı sadece masaüstü lambam aydınlatıyordu. "De cara a la pared" çalmaya başladı ve ben darmaduman oldum. Hemen girdim internete, La Llorona albümün adı, Lhasa söyleyen. Tabi ki bir şey bulamadım (1999 yılında web'de herşeyi bulamıyordun, bilmem hatırlar mısın?) Ama günler ve geceler boyu dinlemeye devam ettim albümü. Hiçbirini anlatmaya kelimeler bulamayacağım duygu anıları yaşatmıştır bana Lhasa. Sanıyorum bir kere Türkiye'ye geldi. Bilet fiyatları o kadar ucuz, ben o kadar zengindim ki gidemedim. Ama bir gün ona bir yerde rastlayacağım ve mutlaka en önden dinleyeceğim kendisini.
Ben meylimi üç güzele düşürdüm
Biri Şems-i, biri Kamer, ille Elif
Onların aşkıyla aklım şaşırdım
Biri Şems-i, biri Kamer, ille Elif
Onların aşkıyle aklım şaşırdım
Hangisinden yad eyleyim gönlümü
Garip gönlümü
Birinin evleri kaya başında
Birinin evleri alnım duşunda (o duş değil evladım, atlama hemen dûş. Gerçek olmayan, imge, hayal anlamında)
Biri yeni değmiş onbeş yaşında
Biri Şems-i, biri Kamer, ille Elif
Birinin parmağı dopdolu yüzük
Birinin kolunda sırça bilezik
Büyüğünü sevsem küçüğe yazık
Biri Şems-i, biri Kamer, ille Elif
Turna gelir, yüce dağı yol eder
Ördek gelir, çayır çimen göl eder
Üç güzel oturmuş bana el eder
Biri Şems-i, biri Kamer, ille Elif
Fizy'den arayın belki bulursunuz. Ruhi Su, su gibi akan sesiyle yaşam sevinci yayar bu türküyle. Neden bilmem, Karacaoğlan'ın çok kafa bir adam olduğunu düşündürmüştür usta bana hep. Şimdi niye yazdım bu türkünün sözlerini?
Çünkü ben de meylimi üç güzele düşürdüm bu ömrü hayatımda.
Biri Janis Joplin, biri Lhasa de Sela, biri Beth Gibbons.
Birinin cennettir mekanı
Biri doğdu Big İndian, New York'ta
Biri yaktı beni Portishead.... 'da (yersen)
Hani bazen romantik-komedilerde olur ya, Fransızca konuşan bir erkek vardır, kadın bir anda tahrik olur ve adamın üstüne atlar, adam ne olduğunu anlamaz. Kadın "Çok konuşma! Fransızca konuşmaya devam et!" der ve sevişmeye başlarlar. Dünyayı durduran bir şeydir o kadın için Fransızca. Bu üç kadının sesini nerde duysam dünya duruyor benim için. En azından bir parçam için, çantama atıyorum, yoluma devam ederken beynimin bir kısmıyla onları ve nefis seslerini dinliyorum. Güçlü kadın seslerine karşı zaafım var benim.
Bu kadını ilk duyduğum güne şükürler olsun. Cry Baby'yi dinlemeyen insan evladının bu dünyadan eksik gideceğine inanırım. Uzun zaman kasedin üstüne bakarak nasıl bir kadın olabileceğini hayal ettiğimi hatırlarım (o zamanlar internet yoktu, bilmem hatırlar mısın?), zenci olacağına kanaat getirmeye çalışıyordum ama gırtlağında bir şeyler beyaz olduğunu söylüyordu. Ama çok güzel bir kadındı kesin, (evet, ergendim, kesin yargılarım vardı, çok güzel sesli insanların güzel olabileceğine, platonik aşkımın bana asla yüz vermeyeceğine, eğer verirse sonsuza kadar mutlu ve mesut yaşayacağımıza inanıyordum). Sonra gördüm Janis'i. Ama "Iyk! bu ne!" olmadım, gerçekten olmadım. Sadece o ufacık tefecik bedeninden o sesi çıkarabilmesi afallattı beni. Bir konserini seyrettiğimde ise tüylerim tiken tiken olarak "vay bacanağını!" dedim. Sahneden dışarı taşmıyor, sahnede kendi içine kapanıyor ve bir kara delik yaratıyor ve insanı içine çekiyordu. Onu canlı izlemek için neler vermezdim. Şimdi ondan geliyor. Cry Baby
Bu kadını ilk dinlediğimde Kurtuluş'ta bir çatı katında yaşıyordum. Gene Salih'in sayesinde duymuştum Portishead'in adını ve de tadını. Pencerem Harbiye tarafına bakıyordu. Şehrin çatıları bana rüzgarlı bir denizin dalgaları gibi geliyordu. Uzun ve dar bir balkonum vardı. Açardım Portishead'in Portishead'ini, pencerenin pervazına kıçımı, balkonun demirlerine ayaklarımı dayardım, sabahın beşinde, sigara üstüne sigara içerek kendimi, geçmişimi, geleceğimi düşünürdüm. Şehir uyurdu, şehir uyumazdı, taksiler geçerdi uzaktan, dipten gelen bir uğultu duyardım sürekli, bir fabrika gibi, durursa ölecek şehrin uğultusunu. Önde Beth Gibbons "Only You"yu söylerdi. Fitilsiz kadife, akıyor, üstünde tutamazsın, üstünde duramazsın, adamı çırılçıplak bırakıverir. Cigara dumanları arasında elimden tutup beni hiç bilmediğim yerlere götürdüğü ve sonra da geri getirmediği az görülen bir şey değildir kendisinin.
Demem o ki ben bu kadınlara aşığım. Cisimlerine değil, seslerine. Bir gün olur da biri cennetten, diğerleri uçaktan inip bana gelse ve "Gökhan, şarkı söyliycez ama paramız bitti" deseler, onları bir kere daha dinleyebilmek için, tarlasını tapanını pavyonda aşık olduğu kadına yediren Adanalı Ağalar gibi neyim var neyim yok satmazsam ekmek mushaf çarpsın! Ayaklarının altına halı gibi serilsem içim gam yemez. O derece mi? O derece.
Yorumlar