Bu bir yılbaşı yazısı değil. 2009 ya da 2010'dan bahsetmeyeceğim bu yazıda. İçimizdeki büyük sıkıntının sebebinden bahsedeceğim. Uzun zamandır yazmak isteyip de planlı programlı yazma derdiyle ertelediğim ama aslında daha önce yazdığım bir sürü yazıda ucundan kenarından değdiğim bir konu bu aslında. Artık planlı programlı yazmaya da takılmayıp allah ne verdiyse yürüyorum.
Zannımca 1800'lerin sonlarında yaşayanlarla aynı haleti ruhiyedeyiz bugünlerde. 1789'un üstünde yüz yıl geçmiş, arada 1840 ve 1860 devrimleri ile Avrupa hallaç pamuğu gibi atılmış. Adına devrim dediğimiz zaman dilimi müthiş renkli, hayat dolu ama bir o kadar da tekinsiz ve tehlikeli. İnsanlar sürekli bir sallantıda yaşamaktan yorulmuşlar ama artık nihayet sonu gelmiş. Neredeyse 20 yıldır o zamanki "en ileri dünya"yı (Çünkü bugün olduğu gibi o gün de zaman dünyanın her yerinde aynı hızla akmıyordu) bir bütün halinde sarsan "küresel" (Bu "küre" Amerika, Avrupa, Rusya ve biraz da Osmanlı İmparatorluğundan oluşmaktaydı) sarsıntılar yerini mikro çatışmalara bırakmıştı. Keşifler büyük ölçüde tamamlanmış, emperyalizm Afrika'da, Çin'de, Hindistan'da ve Güney Amerika'da "azıcık götüme yer edeyim, dur bak sana neler edeyim" demekle meşguldü. "İleri dünya" göreli bir huzur ve güven ortamında gittikçe refah seviyesini yükseltirken bir yandan da gelecek yüzyılın kimliğini belirleyecek büyük icatlara, yeni teknolojilerin gelişimine tanıklık ediyordu.
Bir dönem kapanmıştı. Ama yeni bir dönem henüz başlamamıştı. 1900'de doğan bir çocuk 14 yaşına geldiğinde bütün dünyayı hallaç pamuğu gibi atacak bir savaşın içinde bulacaktı kendini. 40 yaşına ayak basmadan daha da ağır bir savaşa şahit olacaktı.
Bugün, 68 olaylarından ve son devrimci kuşağın evlerine çekilmesinden 30, Berlin Duvarı'nın yıkılmasından 20 yıl sonra, hemen hemen bütün sınırlarını iki ayrı siyasi görüş üzerinden tanımladığımız bir dünyanın ayaklarımızın altından çekilmesinin sancısını yaşıyoruz. Sadece benim değil hepimizin kafası karmakarışık olmuş durumda.
Herşey o kadar hızlı ve ilkesiz değişebiliyor ki kendimizi ve insanları hayatın içinde bir yerlere konumlandırmakta müthiş zorluk çeker hale geldik. Sisin içinde yolunu bulmaya çalışan gemiler gibiyiz. Kerteriz alacak bir nokta seçiyoruz kendimize, oraya göre koordinatlarımızı belirleyeceğiz. Bir deniz feneri görüyoruz, sabit, karanın üstünde, bizim gibi sallanmayan, ona göre ilerlemeye başlıyoruz. Sonra yanından geçerken o fenerin de sabit olmadığını, aslında suyun üstünde bizim gibi hareket ettiğini görüyoruz. Ona bakarak yol alırken başladığımız yerdeki hedefimizden oldukça uzağa düşmüşüz, sadece bununla da kalmamış ama bela, yol alırken değişmişiz, dönüşmüşüz, başlangıçta koyduğumuz hedefleri hatırlıyoruz, o kadar uzak ve anlamsız geliyor ki onlar şimdi bize. Ama yeni bir başlangıç noktası da yok ki "evet, burdan, bir kere daha" diyebileceğimiz. Bir koya girip, dinlenip, toparlanıp, o koyu kendimize yeni bir başlangıç yapıp bir kere daha hamle edemiyoruz. Kıtalar geri çekilmiş, sınırsız ama aynı zamanda tekinsiz bir açık denizin ortasındayız. Eğer durursak batacağımızdan ya da korkunç bir fırtınanın dalgaları tarafından yutulacağımızdan, kısacası öleceğimizden korkuyoruz. Durmayıp hareket ettiğimizde de ne için hareket ettiğimizi bilmediğimiz için muzdarip oluyoruz. Sürükleniyoruz, her sürüklendiğimiz yer bize sabitmiş gibi geliyor, öyle olmasını istiyoruz aslında, ama değil. Sabitlikten kastım bir taş yoğunluğu değil yanlış anlaşılmasın, ilanihaiye orada olacak bir Kabe arayışı değil hiçbirimizinki. Ama en azından yaşamımızın büyük bir kısmında durabileceğimiz, kendimizi içinde hissetmekten memnun olacağımız, daha da fenası "ben varım!" dememizi sağlayacak kadar bir sabitlik. Benden sonrası zaten tufan!
Kendi adıma konuşayım. Çok acı bir itiraf olarak da görebilirsiniz bunu, kendime dair bu arayışta bulabildiğim en güçlü, en sabit alan Fenerbahçe taraftarlığı. Gönül rahatlığıyla ve kendimi iyi hissederek "Fenerbahçeliyim" diyebiliyorum. Gözlerimin olanca çekikliğine rağmen Türk olmak bana aynı -bırakın aynı olmasını hiç- rahatlık ve huzur vermiyor.
Marks'ın dediği gibi, katı olan her şey buharlaşıyor. Hiçbir durum, olay, ülke, kavram, nesne ya da kişi dar, kabul edilebilir bir menzilde hareket etmiyor. Her şey mühtiş bir sınırsızlıkta uçuşuyor, biçim, renk, içerik, anlam değiştiriyor, dönüşüyor, sabit kalmıyor. Marks bugünün dünyasında yaşasaydı o cümle orda kalmazdı. Çünkü o katı olanın başka bir şeye ama "bir" şeye yani buhara dönüştüğü bir çağda yaşıyordu. Artık buhar olan her şey de katılaşıyor, sonra sıvılaşıyor, sonra katılaşıyor, sonra yeniden buharlaşıyor. Döngü müthiş bir hızla ve durmadan ilerliyor. Biz de bu döngünün içindeyiz, kendimize bile müdahale edemeden sürekli bir şeylere dönüşüyoruz ve etrafımızdaki dönüşümü seyrediyoruz aptallaşarak, korkarak ve gittikçe yalnızlaşarak.
Ben bunu ilk olarak bundan 7 ya da 8 sene önce hissettim. Tam da kendi 30 yaş bunalımlarımın başladığı dönemdi. Doğal olarak kendi kişisel sıkışıklıklarıma yordum bu durumu. Sonra içimde taşlar yerine oturdu, su berraklaştı. Ama hala aynı hissi taşıdığımı farkettim. Aynı yoğun, nereye gittiğini bilememe hissini. Ve çevremde bende küçük ya da büyük hemen hemen her insanın aynı sıkıntıyı öyle ya da böyle bir şekilde ifade ettiğini fark ettim.
Bir dönem kapanıyor, yeni bir dönem başlıyor. Dünya tarihi yeni bir ergenlik dönemi geçiriyor. Bir insanın en çirkin, en bir şeye benzemeyen halidiri ergen hali. Dönüp bakın ergenlik fotoğraflarınıza, ne demek istediğimi anlarsınız. Dünya da aynı durumda. Sürekli bir şeyleri deniyor, beğenmiyor, bir kenara atıyor. Biz de onu oluşturan atomlardan olduğumuz için, aynı bunalımları yaşıyoruz. Dünya kendini bulmaya çalışıyor. Size kötü bir haberim var, bu bir süre daha böyle devam edecek.
Aşağıdaki resmi daha önce de koymuştum bloga. Bir kere daha koyuyorum. Adı "Kayıp Jokey". Jokeylerin görevi bir parkurda bir noktadan başlayan bir yarışta at koşturmaktır. Sonunda da aynı noktaya varırlar, öyle değil mi? Ama bu kayıp jokey, bir ağaçlığın içinde, dörtnala at koşturuyor. Tanıdık geldi mi?
Zannımca 1800'lerin sonlarında yaşayanlarla aynı haleti ruhiyedeyiz bugünlerde. 1789'un üstünde yüz yıl geçmiş, arada 1840 ve 1860 devrimleri ile Avrupa hallaç pamuğu gibi atılmış. Adına devrim dediğimiz zaman dilimi müthiş renkli, hayat dolu ama bir o kadar da tekinsiz ve tehlikeli. İnsanlar sürekli bir sallantıda yaşamaktan yorulmuşlar ama artık nihayet sonu gelmiş. Neredeyse 20 yıldır o zamanki "en ileri dünya"yı (Çünkü bugün olduğu gibi o gün de zaman dünyanın her yerinde aynı hızla akmıyordu) bir bütün halinde sarsan "küresel" (Bu "küre" Amerika, Avrupa, Rusya ve biraz da Osmanlı İmparatorluğundan oluşmaktaydı) sarsıntılar yerini mikro çatışmalara bırakmıştı. Keşifler büyük ölçüde tamamlanmış, emperyalizm Afrika'da, Çin'de, Hindistan'da ve Güney Amerika'da "azıcık götüme yer edeyim, dur bak sana neler edeyim" demekle meşguldü. "İleri dünya" göreli bir huzur ve güven ortamında gittikçe refah seviyesini yükseltirken bir yandan da gelecek yüzyılın kimliğini belirleyecek büyük icatlara, yeni teknolojilerin gelişimine tanıklık ediyordu.
Bir dönem kapanmıştı. Ama yeni bir dönem henüz başlamamıştı. 1900'de doğan bir çocuk 14 yaşına geldiğinde bütün dünyayı hallaç pamuğu gibi atacak bir savaşın içinde bulacaktı kendini. 40 yaşına ayak basmadan daha da ağır bir savaşa şahit olacaktı.
Bugün, 68 olaylarından ve son devrimci kuşağın evlerine çekilmesinden 30, Berlin Duvarı'nın yıkılmasından 20 yıl sonra, hemen hemen bütün sınırlarını iki ayrı siyasi görüş üzerinden tanımladığımız bir dünyanın ayaklarımızın altından çekilmesinin sancısını yaşıyoruz. Sadece benim değil hepimizin kafası karmakarışık olmuş durumda.
Herşey o kadar hızlı ve ilkesiz değişebiliyor ki kendimizi ve insanları hayatın içinde bir yerlere konumlandırmakta müthiş zorluk çeker hale geldik. Sisin içinde yolunu bulmaya çalışan gemiler gibiyiz. Kerteriz alacak bir nokta seçiyoruz kendimize, oraya göre koordinatlarımızı belirleyeceğiz. Bir deniz feneri görüyoruz, sabit, karanın üstünde, bizim gibi sallanmayan, ona göre ilerlemeye başlıyoruz. Sonra yanından geçerken o fenerin de sabit olmadığını, aslında suyun üstünde bizim gibi hareket ettiğini görüyoruz. Ona bakarak yol alırken başladığımız yerdeki hedefimizden oldukça uzağa düşmüşüz, sadece bununla da kalmamış ama bela, yol alırken değişmişiz, dönüşmüşüz, başlangıçta koyduğumuz hedefleri hatırlıyoruz, o kadar uzak ve anlamsız geliyor ki onlar şimdi bize. Ama yeni bir başlangıç noktası da yok ki "evet, burdan, bir kere daha" diyebileceğimiz. Bir koya girip, dinlenip, toparlanıp, o koyu kendimize yeni bir başlangıç yapıp bir kere daha hamle edemiyoruz. Kıtalar geri çekilmiş, sınırsız ama aynı zamanda tekinsiz bir açık denizin ortasındayız. Eğer durursak batacağımızdan ya da korkunç bir fırtınanın dalgaları tarafından yutulacağımızdan, kısacası öleceğimizden korkuyoruz. Durmayıp hareket ettiğimizde de ne için hareket ettiğimizi bilmediğimiz için muzdarip oluyoruz. Sürükleniyoruz, her sürüklendiğimiz yer bize sabitmiş gibi geliyor, öyle olmasını istiyoruz aslında, ama değil. Sabitlikten kastım bir taş yoğunluğu değil yanlış anlaşılmasın, ilanihaiye orada olacak bir Kabe arayışı değil hiçbirimizinki. Ama en azından yaşamımızın büyük bir kısmında durabileceğimiz, kendimizi içinde hissetmekten memnun olacağımız, daha da fenası "ben varım!" dememizi sağlayacak kadar bir sabitlik. Benden sonrası zaten tufan!
Kendi adıma konuşayım. Çok acı bir itiraf olarak da görebilirsiniz bunu, kendime dair bu arayışta bulabildiğim en güçlü, en sabit alan Fenerbahçe taraftarlığı. Gönül rahatlığıyla ve kendimi iyi hissederek "Fenerbahçeliyim" diyebiliyorum. Gözlerimin olanca çekikliğine rağmen Türk olmak bana aynı -bırakın aynı olmasını hiç- rahatlık ve huzur vermiyor.
Marks'ın dediği gibi, katı olan her şey buharlaşıyor. Hiçbir durum, olay, ülke, kavram, nesne ya da kişi dar, kabul edilebilir bir menzilde hareket etmiyor. Her şey mühtiş bir sınırsızlıkta uçuşuyor, biçim, renk, içerik, anlam değiştiriyor, dönüşüyor, sabit kalmıyor. Marks bugünün dünyasında yaşasaydı o cümle orda kalmazdı. Çünkü o katı olanın başka bir şeye ama "bir" şeye yani buhara dönüştüğü bir çağda yaşıyordu. Artık buhar olan her şey de katılaşıyor, sonra sıvılaşıyor, sonra katılaşıyor, sonra yeniden buharlaşıyor. Döngü müthiş bir hızla ve durmadan ilerliyor. Biz de bu döngünün içindeyiz, kendimize bile müdahale edemeden sürekli bir şeylere dönüşüyoruz ve etrafımızdaki dönüşümü seyrediyoruz aptallaşarak, korkarak ve gittikçe yalnızlaşarak.
Ben bunu ilk olarak bundan 7 ya da 8 sene önce hissettim. Tam da kendi 30 yaş bunalımlarımın başladığı dönemdi. Doğal olarak kendi kişisel sıkışıklıklarıma yordum bu durumu. Sonra içimde taşlar yerine oturdu, su berraklaştı. Ama hala aynı hissi taşıdığımı farkettim. Aynı yoğun, nereye gittiğini bilememe hissini. Ve çevremde bende küçük ya da büyük hemen hemen her insanın aynı sıkıntıyı öyle ya da böyle bir şekilde ifade ettiğini fark ettim.
Bir dönem kapanıyor, yeni bir dönem başlıyor. Dünya tarihi yeni bir ergenlik dönemi geçiriyor. Bir insanın en çirkin, en bir şeye benzemeyen halidiri ergen hali. Dönüp bakın ergenlik fotoğraflarınıza, ne demek istediğimi anlarsınız. Dünya da aynı durumda. Sürekli bir şeyleri deniyor, beğenmiyor, bir kenara atıyor. Biz de onu oluşturan atomlardan olduğumuz için, aynı bunalımları yaşıyoruz. Dünya kendini bulmaya çalışıyor. Size kötü bir haberim var, bu bir süre daha böyle devam edecek.
Aşağıdaki resmi daha önce de koymuştum bloga. Bir kere daha koyuyorum. Adı "Kayıp Jokey". Jokeylerin görevi bir parkurda bir noktadan başlayan bir yarışta at koşturmaktır. Sonunda da aynı noktaya varırlar, öyle değil mi? Ama bu kayıp jokey, bir ağaçlığın içinde, dörtnala at koşturuyor. Tanıdık geldi mi?
Yorumlar
Yine de tüm bu hengamenin ve bilinmezin içinde hala sabit noktalar var. Benim bir kaç yıldır bulduğum sabit noktamsa "çocuklar".
Kendi kanından canından... ya da değil...bir çocukla arkadaş olabilmek, üzgünken onu güldürmek, onu dinlemek ve çocuklardan öğrenmek.
Ne Marx ne başkası hiç bir öğreti sahibi bana onların öğrettiklerinden daha fazla bir şey öğretemez gibi geliyor. Mutlu oluyorum.
Kocaman fikirlerin ve ideolojilerin birbir yıkıldığı bu dönemde çocukların hala çocuk olması, iyilik hakkında konuşmaları ve özgür temiz beyinleriyle kurdukları cümleler beni "kurtarıyor".
Çok sevgiler size.:)
Benim derdim imgesi kirlenmeyen, "evet lan bu adam/kadın da herşeye rağmen mücadele etmiş ve tek durmuş bu sıçtımın hayatında!" diyebileceğimi birilerinin eksikliği. Hala yaşayanlar, hayatlarının akışı içinde kendi kendilerini hırpalıyorlar çünkü onlar da bizimle aynı dertlerden muzdarip. Ölmüş olanları da biz parçalara ayırıyoruz. Bkz Atatürk. Bugün piyasada dolaşan Atatürklerden bir bütün ortaya getirmek mümkün değil. Herkesin işine gelen yerinden çektiği bir imge haline geldi artık.
Kendimce bir "iyi listem" bir de "kötü listem" vardı.
şimdi yok. Hayatla başetmeye çalışırken bana yol gösterecek, bana inanabileceğim taptaze bir dünya önerisi sunan bir fikir de yok.
Bazen ufak yıldızlar yanıp sönüyor. Kalıcı olamıyorlar.
Oysa çocuklar. Valla kaçış değil. Çok tazeler. kendimi onların yanında bırakabildiğim kadar serbest bıraktığımda yepyeni şeyler duyuyorum, ya başka bir boyut gibi.
inanamıyorum.
benim bahsettiğim çocukların bir kısmı...her yaştan ve ciddi bir rahatsızlıkla uğraşıyorlar. Hayatla boğuşmak mı? piyuuu...alasının içindeler. diğerleri onların çevresinde onlara destek olan ve normal hayatlarını sürdüren çocuklar.
ben onları çok geç keşfettim.
animeler, kendilerine ait bir dil, filmler, kitaplar, yeni cümle kurmaya başlamış olanların bile hayatın hiç farkında olmadığım bir tarafını bildiklerini görüyorum.
Vallahi onlardan öğreniyorum.
Madik atmayacakları, sahte davranmayacakları ve dürüst oldukları için onlara sabit noktam diyorum.
Ve bu gerçekten zorlandığım hayatın içinde, somut bir ideal belirledim kendime.
onlarla arkadaş olmak, yapabilirsem azıcık birlikte gülmek.:)
ya şimdi...
bu yazının içinde hasta çocuklar lafı geçti. bu okuyanları savunmasız bırakmasın. yazma nedenim böyle bir ucuzluğa yol açmak asla değil. sadece farkında olmadığım bir yanıyla karşılaştım hayatın, onu söylüyorum.
bütün o ideolojiler, kendim için çizdiğim kurallar, hayat tavsiyeleri, seçim sandıkları, sloganlar...hepsini 40 yaşında yeniden oluşturuyorum. inanamıyorum, ben özelleştirme fasafisosuna bile inanmıştım zamanında. konuşan Türkiye'ye de. hepsi fos çıktı gözümde. artık zor inanıyorum. madik atmayanlardan yana olma nedenim budur.
somut bişey istiyorum, işe yarayan bişey.