Ben bu kendimi anlamıyorum. Sabah beşte uyanmaya başladım son bir kaç gündür. Neden bir anda jetlag'e bağladım kendimi? Bir yere gidip gelmişliğim de yok halbuki. Ya da gittim de ben mi bilmiyorum? Bugün evden çıkmayacağım sanırım. Son dört beş gündür bir kaç saati evde geçirdikten sonra kendimi dükkana atıyordum. Sanki bir değişiklik olacakmış gibi. Ama aynı şeyler. Gene bilgisayar başı, gene bir dağınıklık. Uykusunu tam alamamış adamın dalgınlığı. Bir halta yaramayan bir kaç şey çiziktirme, üç öğünün üçünde de ne yiyeceğini düşünme, seçeneklerin çeşitli kısıtlılığı, Lades'te istediğin her türlü yemek var genç.
Size de oluyor mu? Bugün daha önce hiç yemediğim bir şey yemek istiyorum. Hatta daha önce hiç kullanılmamış bir malzemeyle yapılmış bir şey. Muz kabuğunu yumuşatıcıda kızartıyorsun, üstüne kaya tuzu ve kokina tohumu rendele, afiyetle ye ve öl!
Eğer zıpkına gitmiyorsam bu saatlerde uyanmam ben. Kendime dair en iyi bildiğim şeylerden birisi gündüz sevmemem. Öğlen ikide bakkala girip "Günaydın" diyen bir insanın Boğaz'dan geçen vapurların ve motorların sesini duyması ne kadar anlamlı?
Ha erken kalktım, yol alayım, bari bi işe yarayayım durumu da söz konusu değil. Çünkü üretken olamıyorum sabahları, alışmamışım ne yapayım. Bulanıklık söz konusu. Elini nereye atacağını bilememe. Sürekli bir erteleme durumu. İstanbul'da son bir kaç gündür esen lodosun da bunda büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Beyin kimyamı değiştirmeye başladı bu lodos benim. Hoş bir gelişme değil yalnız bu. Oldum olası sevmem lodoslu günlerini bu memleketin ama bu son fırtınalar iyice dağıttı beni.
Arka sokakta kızları dolaştırıyorum. Büyük bir otelin yarım kalmış inşaatına bakıyor arka sokak. Arka sokak ıssız bir Vahşi Batı kasabasına benziyor lodos estiğinde. Sanki bir anda bir yerlerden dört nala koşan atlılar fırlayacak, üstümden geçecekler, ağrıyan sırtımı çiğneyecekler. Eğer İstanbul'da öleceksem lodoslu bir günde öleceğim ben. Bütün uyaranlarım sıfırlanıyor çünkü. Çıplak bir kabloyu dişleyebilirim, çarpılacağımı unutarak. O derece.
Anan öle alçak basınç!
Amarika'dayken "Up!"ı seyretmiştim üç boyutlu gözlüklen. Plastikten süper bir gözlük veriyorlardı, çıkışta da bırakıyordun kutuya. Ama ben Türktüm ve bırakmadım gözlüğü kutuya. Şimdi ara sıra takıyorum o gözlüğü durup dururken. Üç boyutlu dünyama üç boyut daha katar mıyım? Altıncı boyuta sıçrar mıyım deyu. Belki de sıçrıyorum ama bilmiyorum, çünkü mide bulantısından başka bir şey yapmıyor üç boyut gözlüğü, belki sıçrıyorum dedim çünkü bünye altıncı boyuta hazır olmadığı için mide bulantısı yapıyor olabilir bilmiyorum.
Damacanayla kahve içtim beşten bu yana saat henüz dokuz. Dört saattir ayaktayım henüz elle tutulur bir şey yapmadım. Benim bu sürekli bir şey yapmak zorunda hissetme hastalığım ne olacak a dostlar? Durmak bilmeyecek miyim ben hiç?
Anan öle altıncı boyut! Sıçrayamadım da duruldum sana.
Yazıyı Ruhi Su'dan Acem Kızı'yla bitiriyorum. Fizy'de var, dinleyiniz, dinletiniz.
Hamiş: Niye yazdım ki ben bu yazıyı şimdi.
Size de oluyor mu? Bugün daha önce hiç yemediğim bir şey yemek istiyorum. Hatta daha önce hiç kullanılmamış bir malzemeyle yapılmış bir şey. Muz kabuğunu yumuşatıcıda kızartıyorsun, üstüne kaya tuzu ve kokina tohumu rendele, afiyetle ye ve öl!
Eğer zıpkına gitmiyorsam bu saatlerde uyanmam ben. Kendime dair en iyi bildiğim şeylerden birisi gündüz sevmemem. Öğlen ikide bakkala girip "Günaydın" diyen bir insanın Boğaz'dan geçen vapurların ve motorların sesini duyması ne kadar anlamlı?
Ha erken kalktım, yol alayım, bari bi işe yarayayım durumu da söz konusu değil. Çünkü üretken olamıyorum sabahları, alışmamışım ne yapayım. Bulanıklık söz konusu. Elini nereye atacağını bilememe. Sürekli bir erteleme durumu. İstanbul'da son bir kaç gündür esen lodosun da bunda büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Beyin kimyamı değiştirmeye başladı bu lodos benim. Hoş bir gelişme değil yalnız bu. Oldum olası sevmem lodoslu günlerini bu memleketin ama bu son fırtınalar iyice dağıttı beni.
Arka sokakta kızları dolaştırıyorum. Büyük bir otelin yarım kalmış inşaatına bakıyor arka sokak. Arka sokak ıssız bir Vahşi Batı kasabasına benziyor lodos estiğinde. Sanki bir anda bir yerlerden dört nala koşan atlılar fırlayacak, üstümden geçecekler, ağrıyan sırtımı çiğneyecekler. Eğer İstanbul'da öleceksem lodoslu bir günde öleceğim ben. Bütün uyaranlarım sıfırlanıyor çünkü. Çıplak bir kabloyu dişleyebilirim, çarpılacağımı unutarak. O derece.
Anan öle alçak basınç!
Amarika'dayken "Up!"ı seyretmiştim üç boyutlu gözlüklen. Plastikten süper bir gözlük veriyorlardı, çıkışta da bırakıyordun kutuya. Ama ben Türktüm ve bırakmadım gözlüğü kutuya. Şimdi ara sıra takıyorum o gözlüğü durup dururken. Üç boyutlu dünyama üç boyut daha katar mıyım? Altıncı boyuta sıçrar mıyım deyu. Belki de sıçrıyorum ama bilmiyorum, çünkü mide bulantısından başka bir şey yapmıyor üç boyut gözlüğü, belki sıçrıyorum dedim çünkü bünye altıncı boyuta hazır olmadığı için mide bulantısı yapıyor olabilir bilmiyorum.
Damacanayla kahve içtim beşten bu yana saat henüz dokuz. Dört saattir ayaktayım henüz elle tutulur bir şey yapmadım. Benim bu sürekli bir şey yapmak zorunda hissetme hastalığım ne olacak a dostlar? Durmak bilmeyecek miyim ben hiç?
Anan öle altıncı boyut! Sıçrayamadım da duruldum sana.
Yazıyı Ruhi Su'dan Acem Kızı'yla bitiriyorum. Fizy'de var, dinleyiniz, dinletiniz.
Hamiş: Niye yazdım ki ben bu yazıyı şimdi.
Yorumlar
bendeyse tam aksi oluyor gördüğüm duyduğum konuştuğum her şey omuzlarıma yük olarak biniyor, üzerime çöken bu bitkinlikle günlerce uyuyabilirim...
valla ne iyi ettin yazdın. samimi yazıları okumak ayrı keyif.