Ana içeriğe atla

Neden Geldim İstanbul'a...

Uzun zamandan beri memleket dışındaydım. Dolaştık durduk zevcemle. Dün sabah memlekete avdet ettik. Trenle dolaştık bir sürü yeri. Her sınır kapısında sınır polisi trene binerek kontrol etti pasaportlarımızı, ya cep telefonuyla merkez bilgisayara bildirdiler ya da ellerinde laptopla geldiler trene. Kapıkule'de giderken de dönerken de biz indik ve gittik polisin huzuruna. Giderken gitmenin zevki bir başka da dönmek kolay olmuyor bu ülkeye.

Babamın Maria diye bir hemşiresi vardı. Gagavuz Türkü, Ukraynalı. İki çocuğu var 18-20 yaşlarında. Afganistan'da hemşirelik yapmış. Kocası Çernobil kazasına ilk müdahale için gönderilen komando ekibindeymiş. Ağır radyasyona maruz kalmış, üstlerinde gerekli ekipman da yokmuş üstelik. İntihar etmiş kanserden ölmemek için. Maria bir daha evlenmemiş, Avrupa'nın dört bir yanını dolaşmış, sonunda Türkiye'ye gelmiş, çocuklarını çilek toplayarak, bavul ticareti yaparak, sürekli yatmak zorunda olan hastalara, yaşlılara hemşirelik yaparak büyütmüş. Höheey bir hayat yani, zor bir hayat, dram dolu bir hayat. Ama herşeye rağmen gülümserdi. Sert bir kadındı ama gülümserdi.

Aklıma en çok takılan yorumlarından birisi şarkılarımızla ilgili olmuştur. "Sizin şarkılarıınız hep ağlamak üzerine, hüzün üzerine, kaybetmek üzerine. Sadece şarkılarınız değil, filmleriniz de öyle. Siz neden bu kadar seviyorsunuz ağlamayı?" demişti. Ben de çok acılar çeken bir ulus olduğumuzdan dem vurmuştum. Yalan tabi vuramadım, yukarıda bahsettiğim gibi bir hayatı olan kime acılar çektiğinden bahsedebilirsin ki? Onu da geçtim kışın apartman merdivenlerinde buzdan sarkıtlar oluşan bir ülkede yaşayan, temel besin maddeleri patates ve lahana olan bu adamlar neden neşeli şarkıları, sonu iyi biten filmleri severken, dört mevsimi yaşayan, üzümü ve çileği bol, üç tarafı denizlerle çevrili benim memleketim melodramlara ve hüzünlü şarkılara aşıktır?

"Neden geldim İstanbul'a" türküsü aslında Harput'lu yani Elazığ'lı bir Ermeni'nin "Neden geldim Amerika'ya" adıyla söylediği bir türkünün Erkan Oğur tarafından yeniden yazılmış haliymiş. Çok severim, her dinleyişimde içimi cız ettirir ama biraz akil bir kafayla sözlerine bakınca iş değişiyor. Ağır bir memleket özlemini anlatır iki hali de. Bırakıp gidilen memleket Harputtur. Gelinen yer ise Amerika veya yeni versiyonunda İstanbul. Aklı başına herhangi bir insanı sokakta çevirip "Amerika'yı mı tercih edersin Harput'u mu?" ya da "İstanbul'u mu tercih edersin Harput'u mu?" diye sorsan cevap aşağı yukarı aynı olmaz mı? Peki o zaman arkadaş, neden böyle bir türkü yakılıyor ve daha da vahimi neden bu türkü bizim ciğerimize işliyor!

Neden bu kadar çok seviyoruz acıyı, hüznü, melankoliyi? Kapıkule'den girerken başka bir şeyleri düşünürken bir cevap buldum sanıyorum. Doğar doğmaz itilip kakılmaya başlıyoruz çünkü. Bu ülkedeki hiçbir şey bize yardım olmak üzerine kurulu değil. Ne devlet, ne aile, ne okul, ne belediye, ne de etrafımızdaki insanlar, günlük hayatta karşılaştıklarımız, herhangi bir seviyede ilişkilendiklerimiz, belediye otobüsü şoförleri, kasaplar ya da sokakta çarpıştığımız arkadaş. Herkes birbirinin hayatını daha da zorlaştırmak, karışsındakinin kendisini değersiz hissetmesini sağlamak için çaba harcıyor. Viyana caddelerinde kaldırımla yol arasında sadece bir iki santimlik bir fark var mesela, o da kaldırımın kaldırım yolun yol olduğunu belirtmek için. Bizim kaldırımlarımız merdiven basamağı gibidir, yoldan kaldırıma çıkarken tırmanmak zorunda kalır insan. "Benim için sorun değil, çıkıyorum" diyebilirsiniz. İyi de niye? Neden ben o kaldırımı her seferinde tırmanmak zorundayım? Sorunun cevabı çok basit aslında. Arabalara kaldırımlara parketmesin diye kaldırımları yükseltiyoruz. Şimdi biz bu soruları sormuyoruz ya artık, alıştığımız için bize normal geliyor ya bunlar, aslında normal değil. Aslında hayatımızın her anında böyle engeller var alıştığımız, bize sürekli hiçbir şeyin kolay olmadığını sadece ekmeğin değil hayatın da aslanın ağzında olduğunu hatırlatan. Sabah uyandığınız andan itibaren size artık normal gelen ama aslında olmayan herşeyi bir kenara yazın, ne kadar yorucu bir gün yaşadığınızı göreceksiniz. Elin İtalyanının tuzu kuru olduğu için akşam işten çıkınca soluğu kafede barda alıp kakara kukara yapabiliyor. Biz pestilimiz çıkmış bir halde dönüyoruz eve. Çünkü zor bir günü daha yaşayıp bitirmeyi başarmış oluyoruz. Gene kendimizi kötü hissediyoruz. Değersiz ruhumuz daha da değersiz hale geldi bir günün daha geçmesiyle. Yorgunluk ve ağırlık cilasına bir kat daha eklendi.

Bütün bunlardan sonra, içinde "Bilmem ki bu dünyaya, ben niye geldim" cümlesi geçen bir şarkıyla empati kurulmaz da ne olur? Biz, -neden olduğunu bir türlü bulamadığımız bir şekilde- mutsuzken ve umutsuzken hayatı neşe içinde geçen insanların hikayesini seyredelim ki? Mazoşizm değil bu, doğduğu andan itibaren bodrum katında yaşayan, hiç dışarı çıkmayan ve dışarıyı sadece kirli bir pencereden görebilen bir çocuk nasıl alışırsa biz de alışmış durumdayız. Daha iyisinin olabileceğini biliyoruz belki ama umudumuz, heyecanımız ya da onu gerçekleştirmeye dair bir çabamız yok. Onun için yenilmenin, kaybetmenin, ezilmenin, vazgeçmenin, özlemenin, kavuşamamanın hikayesi, türküsü, şarkısı bize bizden geliyor. O yüzden hüznü anlatan herşey bu ülkede bir-sıfır önde başlıyor karşılaşmaya.

Tayland da zor bir ülke mesela, toplumun çok büyük kısmı fakir, çöpler sokaklarda, trafik berbat. Ama insanların yüzü gülüyor amına koyim! Görüyorsun ve soruyorsun kendine. Neden ulan?! Neden?! Ben neden acıyla yoğrulmuş bir memlekette doğdum? Daha da önemlisi neden hala orada yaşıyorum?!

Yorumlar

sarya dedi ki…
kimleri görüyorum kimleri. tepeden tırnağa mutsuz insanlar ülkesine hoşgeldiniz efendim.

Çinliler, 'her insanın iki güneşi vardır; biri içinde biri dışında' derlermiş. her iki güneşini de söndürmüş insanları sonra konuşuruz siz hele geziden bahsedin.

Aslında Gökhancım ben gezi hikayelerini dinlemeyi hiç sevmem. yeni yerler gören herkesi kıskanırım biraz. sanırım sizi kıskanmadım ve anlatırsan senin gözünden keyifle okuyabilirmişim gibime geliyor. :)
Gökhan dedi ki…
Gittim gördüm geldim Sarya. Gezi yazısı yazmaya kalkmayacağım merak etme :) Belki en fazla Auschwitz'le ilgili bir yazı yazarım belki. Kendime not olarak o da :)
Gökhan dedi ki…
Gittim gördüm geldim Sarya. Gezi yazısı yazmaya kalkmayacağım merak etme :) Belki en fazla Auschwitz'le ilgili bir yazı yazarım belki. Kendime not olarak o da :)
sarya dedi ki…
:)) peki yazma. iki hayalim var birisi Atasoylar gibi küçük bir tekneyle dünyayı dolaşmak, diğeri tren yolculuğu. özellikle tren yolculuğunuz çok keyifli geçmiştir eminim. zaten bende tren'in hatrına anlat demiştim ama madem öyle diyorsun canın sağolsun.

fırsat bulduğunda Auschwitz'le ilgili yazarsan okumayı gerçekten çok isterim.

Sağlıcakla kalın.
Gökhan dedi ki…
Treni tavsiye etmem Sarya. Ya da ancak iki koşulla tavsiye edebilirim diyeyim. Türkiye'den çıkıp Avrupa'yı gezeceksen mesela, Macaristan'a ya da Avusturya'ya uçakla git. Oradan trene atla. Dur ya ben bunu yazayım baya herkesin haberi olsun.
Adsız dedi ki…
Atasoylar kim? Çok merak ettim. Bildik birileri mi?

Bu blogdaki popüler yayınlar

DEVRİM YAPACAADIK DA BİZİ BU İNTERNET BİTİRDİ

bu foto sadece erkek veya lezbiyen veya biseksüel okuyucunun dikkatini yazıya çekmek için konmuştur. Görsel meta tüketimi de insanda "çünkü ben buna değerim!" duygusu yaratıyor. "Koçum benim! Bunların hepsi sana vermek istiyor! Bak nasıl da sıraya girmişler" Son bir kaç gündür tuvalet kitabım Fransa'da 68'de neler olduğunu anlatan, unuttuğum adı da bu minvalde bir şey olan bir kitap. Ondan önce de Vietnam Savaşı'nı okuyordum. Benim için sanıyorum tuvalet aynı zamanda bir okuma mabedi haline gelmiş durumda. Tuvalet dışında okuyamıyorum. İşteki tuvalette ayrı kitap evdekinde ayrı kitap okuyorum. İşteki tercihlerim genelde kafa dağlamayan Amerikan romanları. Bir yandan Gore Vidal'in Düello'sunu bir yandan da Mario Puzo'nun Omerta'sını okuyorum işte. Evde ise genelde araştırma kitaplarından daha fazlasını almıyor kafam. Bazen sırf kitap okumak için çişim olduğu halde takılıyorum tuvalette. Evet manyağım belki, ama sanırım dış dünyanın t

"Makinalaşmak İstiyorum" Şiiri Üzerine

Virgillius'un şu yazısını okuduktan sonra bir cevaba girişip yorum kısmına koyacak oldum. Fekat yorumun limitlerinin almayacağı bir yazıya dönüştüğü için yazacaklarım, buraya almaya uygun görmüş bulunmaktayım efenim. Üstat hazır sen yokken meydanı boş bulup atıp tutayım biraz. “Makinalaşmak İstiyorum” şiiri Nazım Hikmet'in şiirinin gelişme döneminde denediği Fütürist akım dahilindeki bir iki şiirinden birisidir. Fütürist akım İtalya'da Marinetti tarafından başlatılmış daha sonra özellikle Rusya'da faşizme olan açık desteği paranteze alınarak geçmişe dair herşeyi reddeden cesur tavrı öne çıkarılarak Mayakovski ve Hlebnikov tarafından uygulanmıştır. Mayakovski'nin şiirinin bu kadar sert, açık ve kavgacı olmasının sebebi şairin manyak bakan gözleriyle birlikte bu akımdır. Nazım Hikmet'in KUTV'da eğitim görürken okuduğu ve çarpıldığı bu şiir biçimine öykünerek yazdığı bir şiirdir “Makinalaşmak İstiyorum” Biçimsel olarak oldukça özel bir yer tutar Türk şii

Aklıma Takılanlar

Kışın kafelerde, metrolarda filan bir kere bile kitap okuduğunu görmediğim yurdum burcuva kızı neden güneşlenirken kitabına gömülür? Ben biliyom nedenini de, ayıp değil mi güneşin altında kavrulan o zavallı kitabın yapraklarına be güzel ablam ama ya!