Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Mayıs, 2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor
yazmak beni durulaştırıyor. basit bir tweet atmaktan ya da bir sayfalık bir blog yazısı yazmaktan bahsetmiyorum. uzun süren bir yazma işine giriştiğim zaman iki şey oluyor. birincisi daha fazla ve daha farklı şeyler yazmak istiyorum, bir amaç ya da hedef dahilinde değil her zaman... ama sadece yazmak. ikincisi kendimle ilgili her şeyi daha net görmeye başlıyorum. beynimin flusunda kalan cümleler ya da düşünceler, adını koyamadığım, bir anda netleşiveriyor. ben çok kalabalık bir adamım ve bununla gurur duyuyorum. ama bu kadar kalabalık olmak beynimin içinde çok fazla ses demek aynı zamanda. o yüzden aynı anda üç insanla konuşup üçüne de laf yetiştirebiliyorum. bu duruluk hali sabahları olur bende. uyanmamla ilk sigaramı içmem arasında geçen zamanda.  blog yazılarının fikirleri hep o dakikalarda çıkar mesela. bunlar kanılardır işte. yaratıcı fikirler değildir. duruluğun öne çıkardığı net cümlelerdir. şimdi, neredeyse iki haftadır durmadan yazdıktan sonra aynı duru görü haline ulaştığımı

Ha ha! Yenemezsin beni Blogger! Hatırladım!

Bugünkü Hürriyet'te haber var. Oyun atölyesinin Antonius ile Kleopatrası Londra'da oynandı ya, Guardian'da eleştiri çıkmış. Adam gibi eleştirinin nasıl olduğunu unutmuştum, İnciluz hatırlattı sağolsun.  ...Kemal Aydoğan’ın “canlı ve geleneksel bir prodüksiyona” imza attığı belirtilen yazıda, Tekindor’un dar beyaz elbisesi içinde, Hedy Lamarr’ın canlandırdığı Delilah karakterini hatırlattığı ifade edildi. Tekindor’un, Kleopatra’nın duygularındaki tüm iniş çıkışları yansıtması da aynı şekilde övüldü. Bilginer’in ise Antonius’un çökmekte olan heybetine uygun görünümünü ve Aktium bozgununda öfkesini sergileyişini beğenen yazar, buna karşın onun Kleopatra’ya “fiziksel bağlılığını tam yansıtamadığını” savundu... Peki haberin altındaki yorum?  "Bir ingiliz bizim mimiklerimizden, jestlerimizden, vurgularımızdan ne kadar neyi anlayabilir ki ? Bir kere ikiyüz kelimelik ingilice (düzeltmedim: Gökhan), devasa Türkçe 'yi nasıl anlayabilir ?...Haluk Bilginer büy
Ulan allah belanı versin blogger ya! aklımda iki çift laf vardı buraya yazacak, girmeye çalışırken unuttum gitti. askeriyeye giriyoruz sanki amk! 

Beyaz Davşan

Hala daş gibi şarkı, hala güne başlamanın en iyi yöntemlerinden biri 
Eski İstanbul köşklerinden birinde Kaytan bıyıklı bir çelebi hayaleti Yağmur altında yağlı bir urganla Tam bininci kez kendini asıyordu Gözlerinden dağılıyordu hayali yaşlar Yere Ve bıyıklarının ucundan Bininci kez ölememenin acısı sızıyordu.                            12 Eylül 1993 Yaş 18. Vay be! 
İzmirdeyim... doğmasam da büyüdüğüm evde... bir sürü şey yaşadığım... bizim evin mutfak penceresinden cadde görünür... önünde de masa durur... yemek orada yenir... pencereden görünen caddeden arabalar geçer... eskiden ben burada yaşarken, caddenin ortasında demir parmaklıklar vardı... sanırım geçen seneye kadar da durdu o parmaklıklar yerinde... ama artık çıkmış... yolun ortasında ufak bir kaldırım var... dün fark ettim kahve içerken... bir özgürlük duygusu var caddenin resminde... normalde öndeki iki apartmanın arasından görünen bir resimdir ama farklı... sonra çözdüm... parmaklıklar yok... resimde basit bir oynama bile duyguyu değiştirebiliyor. E pezevenkler derdiniz neydi bizimle! Kafkaesk bir bunaltının içine hapsettiniz bizi 20 yıl! Bak sinirlendim durup dururken... 

sabah öğlen akşam aç karnına

Fotoğrafın sağ alt kısmındaki taraftar-görevli-taraftar üçlüsündeki kompozisyona dikkatinizi çekmek isterim. Nefis! Goya bu fotoğrafı görse resmini çizmek isterdi bence. 
Milliyetin ana sayfasında bu şekilde yayınlanıyor haber. Çünkü tu kaka bir fotoğraf var altta. Şimdi fotoğrafın blurlanmamış halini görelim Ben mi körüm, ben mi çok iyi niyetliyim? Bu fotoğrafta müstehcen ne var lan!