Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Şubat, 2011 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

moralim bozuldu

ben muz etiketi kolleksiyonu yapıyorum. muzların üstünde bulunan etiketleri itinayla söküp lisede kütüphaneden çaldığım bir şiir kitabının ön sayfasına yapıştırıyorum. bugüne kadar 50 kadar farklı muz etiketi biriktirmiştim. fakat zevcem sabah bu linki gönderdi bana kadın 10.000'in üzerinde muz etiketi biriktirmiş... çok moralim bozukh... biğ de limki koysaymışım iyi olacakmış tabi :) şimdi koydum

YİMMİBİR

20. yüzyılı bitiriyor olmak: Bir Jules Verne romanının son sayfalarını okumak. Ve 21’e ait bir manşet: Paris’te bir tavan arasında Jules Verne’in hiç yayımlanmamış bir romanının elyazmaları bulundu… 20. yüzyılı bitiriyor olmak: Galaksinin anlamsız bir yerinde kendini tüketen yıldızın, yirmi yüzyıl önce saldığı ışığın, yirmi yüzyıl sonra gözlerine değdiğini bilmek. Evrenin bokböcüğü dünyanın içindeki altı milyar küsur hücreden biri olmak ve “Üniversite mezunu, İngilizce, Fransızca, Almanca dillerinden en az birine vakıf, (baylar için) askerlikle ilişiği olmayan, insan ilişkilerinde uyumlu, tuttuğunu koparan, ani sorunlara pratik çözümler üretebilen, tercihen Windows ve Excel kullanabilen yönetici adayları” olmak demek… 20. yüzyılı bitiriyor olmak: Atomu star yapmak ve “Starların özel yaşamı yoktur” ilkesini uygulamak. Aperatif olarak Molotof Kokteylimizi tavsiye ederim. Ara sıcaklarımızdan Hardal Gazı baştan çıkarıcı kokusuyla mükemmeldir. Son olarak Uranyum çekirdeklerimizden çıtlat

SİS GÜNLERİNDE İSTANBUL

Sis günlerinde İstanbul iki ayrı adaya döner. Bilinmeze varlığından yorgun vapurlar gider ve pantolonunun paçalarını çoraplarına sokmuş çöpçüler bile sisi süpüremezler. Sis günlerinde İstanbul dededen kalma biz Bizans lahitine benzer. İçinde yağmalanmış bir mübaşir gölgesinin uyuduğu kâgir ve küflü bir lahit. Sis günlerinde İstanbul’un camileri ve kışlaları ve konaklarında kaytan bıyıklı bir ittihatçı adaleti kol gezer. Ve cazbandın sesini beyaz memeli Beyaz Rus kadınların hüznü tütsüler. Sis günlerinde İstanbul’a Marmara’dan işgal gemileri girer. “Torpidoları, kruvazörleri ve dretnotlarıyla yirmi iki İngiliz, on iki Fransız, on yedi İtalyan, dört Yunan gemisi” korkunç ve karanlık köpekbalıkları gibi boğazın böğrüne demirler. Sis günlerinde İstanbul kimsenin dinlemediğini bile bile İstanbul’a anlatır meramını. Sis günlerinde İstanbul deyip de Tevfik Fikret dememek olmaz: Tevfik Fikret.

SAHİBİNDEN SATILIK İLAN-I AŞK

Çınar yaprakları martı sesleri çıkararak ebedi pikelerini yaparken sarattıkları toprağa doğru, Yağmur eğimin çekimine kaptırıp kendini iniyordu Dolmabahçe’ye; Yankiler’i kovmaya koşan 68’lilerin ayak izlerinde. Ben ağzımda bir Yahudi ezgisi, uçar adım seni çiziyordum beynimin karakalemiyle el yapımı kırkbeşlik bir mahşere En yaman körükleri, eritirken en büyük Ergenekon’unu benliğimin, bir olmaz’dan daha –maz düşüyordu. Çinekop akınını ve yatsı namazını müteakip, Bastille’in alınışı gibi –ne garip- Ben sana ilk defa âşık oluyordum. Sen kıvırcık ve mazili, üşüyüp durdukça boğaza nazır; sanki ömrümün ilk Ortaköyüymüş gibi çarpılıyor; Dolunay’dan Dulcinea manzaraları kazanıyordum. Bitmiş bir aşkı anlatırken dilim ezberden, parmaklarından çekemeden Orta Asya’lı gözlerimi –ne garip- Ben sana ilk defa âşık oluyordum. “Flaubert” diyordun. “Mevlana”, ve “Tandır Ekmeği” ve hatta “Kızılırmak” Ağzına en çok yakışan kelimeydi “Küstahlaşmak”. Olgun bir elmanın yere değişiydi sesin. Ve s

MEKTUP

Burada olsaydın yumurta kırardım sana. Yemek olsun diye değil de, işte… Telaşımı seyrederdin; ondan. Bir de yumurtayı yanlış söylememe gülersin. Gülüşünü görürdüm belki. Bir şişe beyaz şarap saklıyorum yıllardır, onu açardım. Mantarına günün anlam ve önemini yazardım. Sofrayı hazırlardım heyecandan parmaklarım bükülerek. Salatayı yaparken, zeytinyağına bir damla alçak gözyaşı sarkıtırdım, kendimi tutamayıp. Sen görmezdin. Ellerini yıkamaya gitmiş olurdun çünkü o sıra. Temiz kadınsındır neme lazım. Mutfaktan çıkınca sen, bir an dünyada yapayalnız kaldığımı sanırdım. Sonra gelir, salatayı alır, masaya koyardın. Ardından bakakalırdım, gölgenin uzayıp ayaklarıma değişini seyrederdim. Bildiğim tüm aşk mısralarını dizerdim gölgene. Artık kimseye söyleyemediğim mısraları… Ve sen yokken biriktirdiklerimi. Sonra karşılıklı otururduk masaya. Benim yumurta demeye bile mecalim kalmazdı. Susardık birlikte. Salatanın zeytinleriyle oynaştırırdık çatallarımızı. Ve birbirimize bakamadan yudumlardık

MABEDİN MERDİVENLERİNDE

Hangi üç harf aşk kadar çok şey anlatır? Mahpustakine gök, Aça çöp, Rapunzel’e saç, Köre ses, Bektaşi’ye mey, Mevlevi’ye ney, Eşkıyaya dağ, Ağaca kök, Katile kan, Tutkuna ten, Bana sen. Senin tenine tutkun bir adamım ben.

GECENİN SON OTOBÜSÜ

Gecenin son otobüsü on iki gibi kalkar ve evime götürür beni. Bezgin bir şöför “Ölsem de kurtulsam” der gibi keskin bir hızla kat eder mesafeleri. Sarsıntılı frenlerle belirlenir duraklar. Sarhoşlar ön koltuğun tutunma demirlerine çarparak uyanır. Bütün akşam ev taşımış hamallar ağır ter kokularını bindirir otobüse. Azgelişmiş yaşamımızın bir isimsiz tanrıları… Güneşli zamanların, altın tenli, mağrur, az bulunur Hint Prensleri; soğuk ve ıslak günlerin, yer altı kahvelerinde sigara, çay ve zaman tüketen unutulmuş Yunan heykelleri… Bir mekandan bir başkasına, ince bedenlerinin korkunç gücüyle taşırlar küçük dünyalarımızı: Koltuk takımları, gardolaplar, etajerler, berjerler, zigonlar, tuvalet masaları ve ilkel kabilelerin dillerinden Türkçe’ye girdiğini düşündüğüm daha bir sürü acayip isimli anlamsız nesne, ve tabi üstlerine örtülecek tozlu dantel işleri… Boş koltuklara oturup tam karşılarındaki genç kızların çırpı bacaklarına bakarlar çaktırmadan. Kızlar bazen acımasız bakışlarıyla si

DEPRESİF KARAKTERLİ BİR İÇ DÖKME-2

Sen onurlu bir ölümü düşünürken ve kendi heykellerini dikerken boş meydanlara, biz dağdeviren tabancalarla dağlıyorduk artık hiçbir şeyi kaldırmayan beynimizi bok çukurlarında. Sen acısız bir ölümü düşünürken ve ecza ilmini hatmederken, biz kim bilir kaçıncı kere veriyorduk boynumuzu emektar İngiliz sicimine, boş otel odalarının küf kokan karanlığında. Sen sade bir ölümü düşünürken ve yas çiçekleriyle süslerken cenazeni, biz çevirip gözlerimizi dolunaya salıveriyorduk kendimizi betonla sonlana kısacık bir boşluğa. Sen “Alaska’da yanarak ölmek!” diye sayıklarken ve alevlere kimlik sorarken, biz hiç yaşamamış adamlara yazıyorduk son mektubumuzu, kanımızla. Sen destansı bir ölümü düşünürken ve televizyonlarla naklen yayın anlaşmaları yaparken, biz kimyevi naralar atarak yiyorduk bir boka benzemeyen başyapıtımızın peliküllerini. Sen “en azından son bir kez sevişmeli ölmeden önce” diye düşünürken, biz kendimizi yakmaya çalışıyorduk, bilmem kaç yüzüncü otuzbirimizle. Sen geride bıraktı

DÜŞÜK NABIZ

İstanbul’dan İzmir’e gelirken yolda fırtınada elektrik tellerine takılıp kalan serçeler gibi sorular takıldı aklıma… Yağmur dumanı ıslatır mı acaba? Plastik yokken daha dünyada neyle yaparlardı emzikleri? İlk Homo Sapiens adının Adem konduğunu öğrense ne yapardı? Asma yaprağının içine pirinç koymayı ilk akıl edeni alnında öpen oldu mu hiç? Ya da yağ çıkaranı zeytinden? Neden üç hecelidir çoğu çiçek isimleri? Ya da aynı tadı mı verir kurşunun tene değmesiyle dudağın dudağa değmesi? Neden her yeri buruşurken kulakları dimdik kalabildi Mistır Spak’ın? Niye kırık dökük sevdalara kaldı bu dünya? Peki ben nasıl sevebiliyorum dört başı mamur hala? Ve sen nasıl bunca güzel geliyorsun dünyanın dört bir yanından bana? Sonra yine, yağmur dumanı ıslatır mı acaba? Plastik yokken daha dünyada… Bir daha… Bir daha… Bir daha…

Xploding Plastix ve Ömer Şerif Bonanza

Big Brother İs Watching Us

Dikkat dikkat! O artık buralarda da dolaşıyor. Lütfen kendinize çeki düzen veriniz. Sakal traşı gelenler lütfen gecikmeden traş olsunlar. Hanımlar, dişlerimizi fırçalamadan bloga gelmeyelim lütfen. Her an her şey olabilir hazırlıklı olmak lazım. Ani bir baskın durumunda hiçbirinizi tanımıyorum ama burada yazılanların hepsini bana siz yazdırdınız. Anında satarım haberiniz olsun.