Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2007 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Enteresan Şeyler

Bugün dışarı çıktım alışveriş yapmaya. Önce bir kafede oturdum, sigara içerek camdan gelen geçenleri seyrederken, yolda bir araba durdu. Bir zenci indi, kafeye girdi, bana geldi. "Bir sigaranızı alabilir miyim" dedi. Ben de uzattım. Teşekkür etti, çıktı, arabaya bindi ve uzaklaştı. Sigara isteme konusundaki yüzsüzlük Oscar'ını bu arkadaşa gönül rahatlığıyla teslim ettim. Bir alışveriş merkezinin dışındaki hemen dışındaki kafenin önüne, açıkhavaya konmuş masalardan birine oturdum, bir tane sütlü kahve söyledim. O sırada gençten bir Arap yanıma yanaştı. Sigara kağıdım olup olmadığını sordu, ben de cebimden Malboro paketimi çıkarıp gösterdim. Hayır anlamında. Bizim Arap, yanıma gelerek, çok teşekkürler edip paketten bir sigara aldı, yaktı. Onun performansı o kadar da Oscar'lık değildi. Sonra bana Arap olup olmadığımı sordu. Sakallar var ya... Ben de Arap olmadığımı, Türk olduğumu söyledim. Ooo çok güzel, İstanbul, Ankara, Antalya! Hemen kanka olduk ya, bana içip içmediği

Paris'te Akşamüstü

Geç kalktım, 11 gibi, bugün pazar ya kendime izin veriyorum. Ne alakası varsa. Ben sabah 9 akşam 5 çalışan biri değilim ki ne zaman istersem o zaman kalkarım. Gittim güzel bir kahvaltı yaptım. Croque Paysanne yedim. Adına bakınca çok üf bir şey gibi duruyor ama bakmayın adına. Köy ekmeğinin üstüne jambon, onun üstüne peynir, onun da üstüne yımırta. Tam istediğim gibi bir kahvaltıydı ama. Meydanın bir köşesine konuşlandım gelen geçenleri seyrettim. Yaşlı kadınlar geçti, kocası atmış yaşlarındayken ölmüş yaşlı kadınlar. Daha yaşlı kadınlar geçti. Kocasını ikinci dünya savaşında kaybetmiş kadınlar. Daha da yaşlı kadınlar geçti. Kocasını birinci dünya savaşında kaybetmiş kadınlar. Artık ölmüş olması gereken kadınlar bile geçti anasını satayım! Kocasını 1881'de kaybetmiş kadınlar bile geçti. Niye bu kadar çok yaşıyor bu kadınlar? Biz niye atmışı zor görüyoruz? "Ömrümü tükettin ömrümü!" lafı erkekler için geçerli demek ki. Tatlı olarak da Tarte Paysanne yemiş bulunuyorum. O da

Türkiye Nereye Gidiyor?!

Kendimi bildim bileli bu lafı duyarım. Deli eder bu laf beni. O kadar gereksiz bir laftır ki bu. O kadar anlamsız bir laftır ki bu. Söylemeyin şu lafı. Çok afedersiniz bir yere gitmiyor amına koyim! Durduğu yerde duruyor Türkiye! Bi rahat bırakın ama ya! Aaaaaa!

Paris'te Sabah

Sabahın dokuzbuçuğu. Şimdi benim bu saatte ayakta ne işim var? İstanbul'da olsam henüz uyumamış olabilirdim. Ama burada öyle değil. Yanında kaldığım aile klasik bir Fransız ailesi. Adamların işleri güçleri var, sabah saat sekizde cart diye uyanıyorlar. Akşam saat onbirde de cart diye uyuyorlar. Dolayısıyla belli bir saatten sonra gürültü yapmak doğru olmuyor. Belki doğrudur da ben yapmıyorum. Dolayısıyla saat sekizde ben de cart diye uyanıyorum. Güneş henüz doğru dürüst doğmakta. Üç dilim ekmekten oluşan kahvaltımı bitirdim, işe gitsinler bir tur daha kahvaltı yapacağım tabi ki. Delikanlıyı keser mi baton ekmeğin iki lokmalık dilimleri. Güzel memleketimin bir ucunda savaç uçakları bir yerleri bombalıyor, pis bir savaşın içindeyiz ben kendimi bildim bileli, böyle de gidecek görünüyor daha. Onların güzel memleketinde ise Sarkozy'nin Carla Bruni adında bir şarkıcıyla kırıştırmasının dedikodusu yapılıyor yemek masalarında. Doymuş ülke doymamış ülke farkı. Doymuşluktan kaynaklanan b

Erkek Elmas

Şimdi başka biri olsa, hele ki dişi bir kişi olsa neler yazardı kimbilir. Kadının çektikleri, acıları, kıl tüy yün... Ben başka bir yerden bakıcam. Daha önce bir yaz yazmıştım. Büyük adamlar ve küçük adamlar hakkında. Erkek Elmas küçük adamlardan ya da küçük kadınlardan. (Zaten "adam" derken bir cins ayrımı yapmadığımı belirtmek isterim ama kelimelerin kendisi erkegemen ben ne edeyim) Ben Erkek Elmas'ın şiddetine hasta oldum. Erkek Elmas’ın elinde bir poşet. Poşetin içinde bir kesik baş. Erkek Elmas üç beş kuruş kazanmak için ayakkabı boyuyor. Ben yazı yazarak onun yüz katı para kazanıyorum. Erkek Elmas’ın içindeki şiddet baş kestiriyor ona. Ben yatıştırıcı alıyorum. Erkek Elmas’ın şiddetine hastayım. Fotoğrafa iyi bakın. 17-18 yaşında bir oğlan çocuğu. Saçları kısa, yüzündeki kadınsı hiçbir şey yok. Ama tişörtü kırmızı gene de. Ayakkabı boyuyor Basmane’de. Kaba abilerin cangılı orası. Bir oğlan çocuğu için bile tehlikeli ortamlar, ki Elmas bir oğlan çocuğu değil. 22 yaşı

DAĞILIN ULAN!

Süpper sinirliyim bugünlerde. Tahmin edileceği üzere süpper gerginim de. Sabahın bir köründe ayaktayım gene. Bir bölüm daha bitti. Elim ayağım tutmayana kadar yazmak istiyorum ama bunları değil. Kendime ihanet ediyorum, bu duyguyu bilir misiniz? Ayrıcana siz kimsiniz! Boşluğa yazıyorum hissi tamam da bir yere kadar. Gösterin ulan kendinizi! ( Bu haşlama size değil polente ve POV... sizi ayrı tutarım) Ağlayıp sızlamak istiyorum galiba, ayaklarım tutmayana kadar içmek istiyorum. Kavga edesim var. Dayak yiyesim var... hiç de uzak hisler değil bunlar... dört yıl kadar önce geçmiştim ben bu bulvardan. Sabahın yedisi ve daha yatmadım. Şimdi yatsam uyandığımda öğlenin ikisi, şimdi yatsam bir günü daha kaçıracağım. Uykuya o kadar dayanabilseydim şehirlerarası otobüs şoförü olurdum zaten. Gerçi onların da ne kadar dayandığı malum ya da Malmö... Senaryo yazmanın en boktan yanı bu, kafan sürekli kelimeler çağırır yazarken, doğru kelimeyi bulabilmek için hallaç pamuğu gibi atarsın hafızanı, yazmay
Ahmed Şah Mesud CİA’in de desteğini alarak, Usame Bin Ladin’e füze saldırısı yapması için bir birliğini onun bulunduğu bölgeye gönderir. Fakat daha sonrasında Washington hukukçuları böyle bir saldırının Amerika’yı haksız durumda göstereceğini söyleyerek CİA görevlilerinden operasyonun durdurulmasını isterler. CİA yetkilileri hemen telsizle Ahmed Şah Mesud’a ulaşırlar ve operasyonun iptal edildiğini, operasyonu yapacak timin derhal geri çekilmesi gerektiğini söylerler. Şah Mesud’un cevabı çok güzeldir. “Bu seksenikinci hava indirme birliğinin bir operasyonu değil, bir katır operasyonu, adamlar füzeleri katırlara yüklediler ve yola çıktılar, füzeleri kullanıp geri dönene kadar onlara ulaşmam imkansız.” "Hayalet Savaşları"ndan
Üsküdar motor iskelesinin kenarında denizde şehrimizin pisliği birikir. Çöpün neyse sen de osun derler ya, bunu şehir için de söyleyebiliriz aslında. Suyun üstünde inatla durmaya çalışan petrollere, ziftlere bulanmış, inmiş ufacık olmuş kırmızı bir top... Birisi onun Tuna nehri kenarından başlayıp Boğaz’ın derinliklerinde son bulan hikayesini yazsa yeni bir Sadık Hidayet olur. Suda kalmış cesetler gibi şişip formlarını kaybetseler de belki sırf bir ulusal alışkanlıktan ne olduklarını şak diye anlayıverdiğim ekmek somunları, çöpte bir şekilde görülmeleri ihtimali göze alınamadığı için klozetten atılarak -sözde- yokedilen ama aslında kişinin özeli olmaktan çıkıp şehrin özeli haline gelen prezervatifler… Bu manyak şehrin, bu manyak ülkenin insanları gibi… Bütün o suratsız, ser verip sır vermeyen hallerine karşın doğru yerinden tuttuğunda çorap gibi sökülüveren, düşüncelerini, dertlerini, aşklarını, amaçlarını dökülüveren bu manyak şehrin, bu manyak ülkenin insanları gibi kendilerine dikka

Süt

Bu yazıyı bundan iki sene önce yazmıştım. Baktım ki düşüncelerimde çok bir değişiklik olmamış o günden bugüne o yüzden gün yüzüne çıkarmaya karar verdim. Bu da böyle oldu efenim. Şöyle diyorum bu yazıda: Bir yandan özel kimyasallarla lezzetlendirilmiş tek tip, tek lezzet yemekler yiyoruz, sütler içiyoruz, bir yandan sigara tüketiyoruz fosur fosur. Bir yandan da yaptığımızın yanlış olduğunu, sağlıksız olduğunu söyleyerek vicdanlarımızla özsaygımızla oynuyorlar. Kapitalizmin bokunun bu kadar çıkacağını herhalde Marx bile tahmin edemezdi. Temelinde ne var? Bir ağacın bütün meyveleri aynı tadda, aynı büyüklükte olmaz, bir bahçenin bütün ağaçları aynı lezzette meyve vermez. Hayatta önüne ne çıkarsa onu yersin, onu yaşarsın, ama tükettiklerimizin tek tipleştirilmesi bizi de tek tipleşmeye itiyor. Ben her gün ayrı ineklerin sütünü içip bir süre sonra hangi sütün hangi inekten geldiğini anlamak istiyorum mesela. Ama hergün yüzlerce ayrı inekten toplanıp biraraya getirilen ayrıca pastorize edil

Erkeg olmak

Yüzkitabı internet sitesinde bir arkadaşım kendin is'ine aynen şunları yazmış "X is trying not to be careless. Women and children can be careless. But not men...". Bu arkadaşım erkek bir arkadaşım (ben de yazarım ve de Türkçe biliyorum di mi? cümleye bak!) ya da başka bir şekilde söyleyeyim o bir pipili. Pipili olmayanlar ömürleri boyunca pipisiz olanların tacizine uğramışlardır. Pipisiz olanlar hep pipili olmanın hayatı ne kadar kolaylaştırdığını söyleyerek pipili olanları bir suçluluk duygusuna itmişlerdir. Kadınlara göre dünyanın en zor işi kadın olmaktır. Erkek olmak ise ister erkek egemen olsun ister eşitlikçi olsun bütün toplumlarda hayata bir sıfır önde başlıyor olmak için yeter sebeptir. Bu söylemin altında hep bir kıskançlık, hep bir "biz neler çekiyoruz sizin haberiniz yok"çuluk vardır. (Böyle bir 'çuluk Türkçe'de mevcut değildi ben uydurdum oldu). Kabul ediyorum, kadın olmanın çok kendine has zorlukları var , ama yeter artık be kardeşim! Bugün

Evropa Yollarında 4000 Kilometre- 2.Kısım

İpsala gümrüğü bir uzun kapı. İçinde var evlisi sapı... kim kurmuş böylesi dandik bir yapı. Sevdiğim bu gümrük bizi çıkarmayacak. Yaban ellere bizi bırakmayacak. Hayatımda ilk defa bir gümrük kapısı görüyordum. Türkiye’de her zaman hayal ettiğinizle gerçekte karşılaştığınızın arasında babalar gibi farklar olur. Adliye Sarayı! Breh breh breh! İçinde cariyeler olmadığını bilirsiniz ama en azından gözünüzün önünde “vay babam vay vay vay” dedirtecek bir bina belirir. İş hanı kıvamında bir yer değil. Mahkeme Salonu! Ulan bizim salon bile daha büyük! İşte gümrük kapısı da öyle bir şey. Ana girişte bir otomatik kol var… yanında da gişe… içinde bir memur… memurda bir surat… Nazım Hikmet şiiri gibi oldu. Denizin üstünde ala bulut… yüzünde gümüş gemi… içinde sarı balık… dibinde mavi yosun… kıyıda bir çıplak adam… durmuş düşünür… Neyse dönelim memura. Memur, evde mesaiye gelirken bir yerlerde suratını düşürmüş. O derece suratsız. Çocuklarına acıyorsun adamın. Ama sana kim acıyacak? Memur acımayac

gregor samsa grip olunca

Gregor Samsa o akşam eve geldiğinde evin her zamankinden soğuk olduğunu hissetti. İlk aklına gelen şey o yokken evde bir hayalet gezinmiş olabileceğiydi. İkinci ihtimal de kedisinin o yokken pencereyi açıp dışarı çıkması ve gayri medeni her hayvan gibi çıkarken pencereyi kapatmamasıydı. Birinci ihtimali hemen eledi. Kendisi bile zor yaşıyordu bu evde. Değil hayalet it bağlasan durmazdı. Vücut geliştirmek için aldığı dangılları, akşam yemeğini televizyonun karşısında yemek için aldığı tepsinin altına koyuyor, böylece köyünden bir sini havası yakalamış oluyordu. Bir yandan yemeğini yiyip bir yandan televizyon seyrederken kirlenmesin diye tepsinin üstüne serdiği gazetelerdeki haberleri de okuyarak zamanını aynı anda üç işe harcayabiliyor, ama iş evi temizlemeye geldiğinde şöyle bir etrafa bakıyor, hayalinde bir tam tur temizledikten sonra yoruluyor, daha elini süpürgeye atmadan vazgeçiyordu. Bu altı aydır, yani Samsa bir sabah kalkıp insan olduğunu gördüğünden beri böyleydi. Böcek olduğu

Sayıklamalar 2

Kimim ben? Nedir beni diğerlerinden ayıran? Hayata bir beyin fırtınası olarak bakmak ne kadar gerekli? Bizi niye okutuyorlar bu kadar. Büyük adam olmamız için mi? İyi de tarihin gösterdiği en büyük gerçek şu değil midir? Büyük adamlar acı çeker. Ya da zaten başlangıçtan itibaren çektiği acıdır büyük adamı büyük yapan. Bizi temelde nihilist yapan şey fiziksel aktiviteden koparılmış olmamız mıdır? Spor salonlarında dıngıldamaktan bahsetmiyorum. (Koşu bandının üstüne çık, bitmeyen bir yolu yürü durmadan, kısır döngü bandında durmadan yürü. Sonra da hayatım niye bu kadar anlamsız diye sor kendi kendine) Ben üretime dayalı fiziksel aktiviteden bahsediyorum. Odun kırmaktan, çapa yapmaktan, dal budamaktan, tavuk kesmekten. Bir şeyi büyütmek, yetiştirmek ya da yoketmek için yapılan, (fit kalmak, zayıflamak, erken yaşta ölmemek gibi insanın kendi gelişiminden başka bir şeyi amaçlayan bir nedene dayalı) fiziksel aktiviteden mahrum kalmak mıdır büyük adam olmanın ödülü. Bu ceza değil mi? Büyük ad

Sayıklamalar 1

En son ne zaman elbise diktin? En son ne zaman soğuktan korunmak için, çıplaklığını örtmek için ya da sadece güzel görünmek için kendine bir elbise diktin? Hiç dikmedin ki… O yüzden bu soruyu başka şekilde sormak lazım. Hiç kendine bir elbise diktin mi? Hiç avlandın mı? Hiç yemek için bir sebze yetiştirdin mi? Bir gün dene. Kazak örmeyi dene, ya da kendine bir elbise dikmeyi… Ne kadar zor, kafa karıştırıcı, emek isteyen bir iş olduğunu anla, eline batan iğnenin acısını duy. Parmaklarına nasıl kramp girdiğini gör. Saatlerin nasıl arka arkaya geçtiğini anla. Balık avlamayı dene. Ya da keklik… Beyni seninkinden çok daha küçük olan, beyni seninkinden çok daha az çalışan bir hayvanı alt etmeye çalış. O yaşamını sürdürmek için sürekli tetiktedir. Sen sabretmek zorundasın. Iskalayacaksın, bir daha deneyeceksin, bir daha, bir daha, beklediğin kadar kolay olmadığını göreceksin. Belki daha önce hiç kimsenin yanından bile geçmediği bir kayanın üstünde uzanacaksın. Bekleyeceksin, avlayacağın gibi

2 Kasım Cuma

Dün gece sekiz buçukta eve gelip direk horlamaya başladım. İki buçuk gibi kalktım ve o saatten beri ayaktayım. Evdekileri uyandırmamak için yoğun bir çaba. Ama sakarlık baki tabi. Evin hiç beklemediğim köşelerinden ya da hiç ummadığım eşyalardan fena sesler çıkarabiliyorum. Mendilin karton kutusu ne kadar ses çıkarabilir ki demeyin çıkarabiliyor. Tamburada dinliyorum. Tamburada dinleyiniz. Fantastik, gerçekten de fantastik bir albüm olmuş, özellikle de bin yıldan daha uzun bir süreden aynı yerde duran bir şehirde, hayaletlerin henüz insanlardan korkup kaçmadığı bir saatteyseniz. Antik şehirleri unutmayınız. Onlar yokoldular. İstanbul'la yaşıt olup da yokolan şehirleri unutmayınız. İstanbul'u seviniz. Makamikrion'u sevmeyiniz. Çünkü öyle bir şehir yok, belki ben şu an itibariyle uydurdum, belki bir zamanlar vardı bilemeyiz, ama artık yok. O yüzden Makamikrion'u sevmeyiniz. İstanbul'u seviniz. Sabahın kör saatlerini seviniz. Tamburada'ya özel ihtimam gösteriniz, h

Evropa Yollarında 4000 Kilometre- 1.Kısım

8 Haziran günü hızlı verilmiş bir kararla Evropa’ya çıktık. Hedefimiz Paris’e arabayla girip trafiğin anasını belleyen ilk Türk çift olmaktı. Kaldırımlara park edip, yaya geçitlerinden geçmeye çalışan yayaların ayaklarını ezecek, yeşil ışığın yanmasına fırsat vermeden önümüzdeki arabaya korna çalmaya başlayacak, sola ya da sağa dönerken sinyal vermek yerine pencereden çıkardığımız sigara tutan ellerimizin işaret parmaklarını kayıtsız bir rahatlıkla “bi saniye canım” der gibi kaldıracaktık. Amacımız Paris’te görülmemiş bir infial yaratmaktı. Üstelik bütün bunları Fransızlar’ın hala gece yatağa yattıklarında “Bu Pöti Nikola’ya ben oy atmadım, bizim hanım da atmadı, biliyorum. Peki kim seçti ulan bu herifi?” diye düşündükleri bir dönemde yapacaktık. Zaten Sarkozi’nin gelişiyle çöküntüye uğrayan sıradan Parisli’nin huzur ve güven ortamını sıradan bir takım İstanbul trafiği numarasıyla iyice sarsacak yavaş yavaş evlerini terk edip güneye göçmelerini sağlayacak, böylece kiraların düşmesinden

ORİJİNALİZ ULAN BİZ!

Bu sabah yağmur var New York'ta. Hava fahrenaytla 60 gözünü sevdiğimin selsiyusuyla 16 derece civarında. Ekin içerde bilgisayarın başında ekşi sözlüğü tavaf etmekle meşgul. Bütün kanallarda birer yargıç var. Televizyonda mahkeme zamanı. Üstümde uzun kollu ince bir süvetşört, altımda şort, ayağımda çoraplar ve sandaletler, üşüyorum tiril tiril. Buçuklu bina numaraları var sokaklarda. Garip ama gerçek. Mesela kahvemizi aldığımız Porto Rico Kahve Kampani'nin numarası 40 ½. (Bu arada yazının bir sayfasını yazmıştım ki bilgisayar kilitlendi, hiç adetim olmamasına rağmen yazdıklarımı kaydetmediğim için şimdi yeniden yazıyorum. Aynı şeyi ikinci kere yazmaya kalktığında farklı şeyler yazıyor olman da çok enteransan evet “enteransan” bir şey) Kahveci dükkanı sadece kahve ve çay satıyor, içeride insanı şaşırtacak kadar çok türde kahve var. Ama fransız vanilyası, fındık aroması vıcıklığında değil. Meksika, Porto Rico, Jamaica kahvelerinin farklı pişirilmişleri, farklı daneler, bazıları ço