Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Mayıs, 2008 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

La Zona

La Zona, 2007 yapımı bir Meksika filmi. Bu Latinolar, İspanyolları da aldılar yanlarına, takır takır film çekmeye başladılar. Nahoş bir durum, gittikçe sinir bozucu olmaya başladı. Elbette her şeyin temelinde bizim bir türlü beceremediğimiz iyi senaryo var. Geçen gün Kadir İnanır’ın Seda Sayan’la bir filmi var televizyonda onu seyrediyorum, İmparator. Senaryo rahmetli Erdoğan Tünaş’ın. Film zaten 72 dakika, giriş, gelişme, sonuç. Oluyor ve bitiyor. Dünyayı kurtarmıyor, onun kurtaranı da var gerçi ama akıbeti daha acı. Ne diyordum, basit bir hikaye, temel kurallara uyularak anlatılmış. Seyrederken dalga geçersin, çekebiliyor musun bu basitlikte bir hikaye son zamanlarda? Hayır. Neden? Çünkü hayatın anlamını anlatmaya çalışıyorsun filminde. Onu biliyorsan niye film çekiyorsun ki güzel kardeşim, peygamber ol. Bunlar hep okuldan mezun olurken çekilen kısa filmlerden kaynaklanıyor. “Genç bir çocuk dalda asılı durmaktadır, o sırada yanından çok güzel bir genç kız geçer, çocuk ona aşık olur.
Bir grup Türk'ün İstanbul'un Fethini kutladığı 29 Mayıs günü, bir grup Yunanlı'nın da İstanbul'un Kaybedilişi'ni kilisede ayinler yaparak hüzünle andığını biliyor muydunuz?

Detaylarda Boğulurum

Şu Bursalı, anasını kesen çocuk var ya. Gazeteye göre örnek aldığı kişiler arasında Charles Manson, Karındeşen Jack varmış. Fotoğraflarına bakıyorum "Run Like Hell" yazmış jiletlediği kollarının üstüne bilgisayar marifetiyle. Sevgilisiyle öpüşürken bir fotoğrafları var. "No War" yazıyor. Ve Hamitler Mahallesi, 2.Nergis Sokak'ta oturuyor. Run like Hel, Charles Manson, Jack the Ripper'ın yanına Hamitler Mahallesi 2. Nergis sokağı koyuyorum. Bir garip oluyorum. Kafam öyle yerlere uçuyor ki şimdi anlatmaya kalksam çoook uzun sürer. Anlayana sivri sinek ya da mosquito diyorum

Topuk

Şimdi ben bu resmi niye buraya koydum? Bundan sanırım bir buçuk yıl öncesine kadar topuklarım olduğunu bilmiyordum. Neden bilmiyordum çünkü bana bir rahatsızlık vermiyorlardı. Bir yere çarpana kadar dirseğin olduğunu bilmezsin, kıçına bir şey batana kadar kıçın olduğunu da (Bir takım şahışları, evet şahışları bu kıç benzetmesinde ayrı tutuyorum). Ben de işte topuklarım olduğunu bilmiyordum. Bir gün işten eve giderken düz yolları bile düz olmayan bu saçma sapan şehrin düz bir yolunda yürürken sağ ayağımı burktum. Çok fena burktum ama çok fena acımadı. Eve geldim. Hala bir sorun yok. Bir kaç gün geçti üstüne basamaz hale geldim. Geçen sene benim için aşırı çalışmayla geçen bir seneydi. O yüzden doktora gitmeyi ihmal ettim. Gittiğimde de yan bağlarımın mı, yandaki bağlarımın mı bir bokların koptuğunu öğrendim. Mösyö lö doktor amca daha önce gelseydim ameliyatla toparlanabileceğimi ama daha sonra geldiğim için artık bunun da mümkün olmadığını, tek çaremin haftada üç gün düzenli olarak fiz

Ah o aşa'da ben de olsaydım, uzak uçaklara ok atsaydım

Ben de aşağıdaki insanların arasında olup uçağa, ok olsun, mızrak olsun, daş olsun, boş malbora paketi olsun, ne bulduysam fırlatmak isterdim. "Sitirea burdan mına koduklarım! O medeniyet dediğiniz tek dişi kalmış canavarı getirmediğiniz bir bura mı kaldı lan yavşaklar! Sitirea!" diye bağıraraktan hem de. Çok uzak değil yakın bir gelecekte Amazon yeni traşlanmış kuku gibi dümdüz olacak, biz de bu arkadaşları çakma adidas şort giyip turistlerle fotoğraf çektirirken görecez. Ne acı be! Bu arada zamanın dünyanın her yerinde aynı hızla aktığını düşünen arkadaşlara da bu fotoğrafa bir kere daha bakmalarını tavsiye ediyorum. Onların ÖSS, OKS, askerlik, evlilik, iş, ilişki, "Sex And The City'nin filmi de vasat çıktı" gibi dertleri yok. Bütün cinsel organları birbirine denk bir halde uçağa mızrak sallıyorlar. Yemin ediyorum çok fena canım çekti ya! Benim gibi düşünenler için Nazan Öncel'den gelsin o zaman! Gidelim buralardaaaan, dayanamıyoruuuuum... gidelim buralard

YAKTIN BİZİ NURİ BİLGE!

Ben Nuri Bilge Ceylan'ın sadece bir filmini sinemada seyrettim. Mayıs Sıkıntısıydı. İkinci yarının ortasında “herhalde bitti” diyerek kıçımı koltuktan hafifçe sıyırdım. Ama film bitmemişti. Bir on dakika sonra yine bir hareketlendim ama film gene bitmemişti. Bir filmi bitirmeden çıkmayı hiç sevmem. Yıllar önce festivalde, arka arkaya üç saatlik iki seansta, bir insan evladının çekebileceği en sıkıcı Jean d’Arc filmini seyretmiştim, inatla, sonuna kadar. Ondan sonra da bir arkadaşımla karşılaştım İstiklal Caddesi’nde, yanlış hatırlamıyorsam Son Metro’ya fazla bileti vardı. Oturdum bir de üstüne onu seyrettim. Ama o kadar saatlik beyin tecavüzü sonucu olsa gerek Son Metro’dan hiçbir şey hatırlamıyorum doğru dürüst. En sonunda Mayıs Sıkıntısı bittiğinde, İvan Drago’yu yıkmış Raki Balboa gibi hissediyordum kendimi. Tabi sonra çok dedim kendime, delimiskti seni evladım çıksaydın ya filmden diye ama nafile. Ben daha bu sene başladım tabağımda yemek bırakmaya kardeşim! Bir filmi yarısında

Bir Bilim Kurgu Denemesi

Genç adam gecenin oldukça geç bir saati olmasına aldırmadan bankamatiğin önünde durdu. O kadar yorgundu ki hırsızdan uğursuzdan korkmaya bile mecali yoktu. Bir an önce taksi parası verecek kadar para çekmek ve evine gitmekten başka bir şey düşünmüyordu. 2037 yılının soğuk bir sonbahar akşamıydı yaşanan. Taksiler artık kendi kendilerini sürmekteydi. Elbette ki Türkler tarafından icat edilmemişlerdi. Fakat yazılımın içine konan bir yama sayesinde “Karşıya geçicem gündüz tarifesi açar mısın abi?” sorusuna cevap verebiliyorlardı. Bu cevap her zaman evet olmuyordu o ayrı. Genç adam bunları düşünerek kartını makineye sokmuştu. Makineden gelen hem seksi hem anaç kadın sesiyle kendisine geldi. “Dünyanın yerel bankası Eyc-es-bi-si’ye hoş geldiniz Gökhan Bey. Lütfen dört haneli şifrenizi aklınızdan geçiriniz”. Genç adam bir an durdu, o kadar yorgundu ki şifresini hatırlayamıyordu. İçinden bir sürü olası şifre geçirmeye başladı. “8933, 3922, 1212, 5794… hay .mına koyim neydi bu şifre ya!” Bankama