dikkat: bu yazıda çağrışım yoluyla kötü espriler yapılacaktır, lütfen 18 yaşından küçüklere okutmayınız
Klasikler çok bahtsız kitaplardır. Okumadığı halde okuduğunu söyler çoğu insan. Utanılacak bir durum da değildir üstelik bu. Çünkü klasiklerini konusunu bilirsin. Özetini okumuşsundur okuldayken. Ya da çocuk kitabı olarak elinden geçmiştir bir dönem. Hiçbir şey olmasa edebiyat kitaplarında konusunun ne olduğunu anlatan iki paragraf vardır. O sana yıllarca yeter.
Şimdi aziz okur, ben alttaki yazıyı yazdıktan sonra, ki yıllar önce Troy'u seyrettikten sonra yazmıştım onu, Troy'un yeni çıkan yönetmen versiyonunu seyrettikten sonra şans eseri bulmuştum eski yazdıklarım arasında, aklıma bu mesele takıldı.
Gene bir versiyonla karşı karşıyaydım. Gene bir özetle. Homeros dayı bundan 2500 yıl önce söylemiş, rahmetli Azra Erhat hanımefendi (Ki ben onu yıllardır erkek sanırdım), A. Kadir'le bir olmuş aslanlar gibi bir çeviri yapmış 30 sene önce, üstelik kitap kütüphanede durmakta, neden elin Holivudlusunun gidip Malta'da çektiği filme kansın ki insan. Hazır da işsiz bir insansın ey Caput! Bugün okumayacaksan bu tuğla gibi eserleri ne zaman okuyacaksan!
Ki ben destan severim. Dede Korkut destanlarını evire çevire okurdum çocukken. "Hanım hey!" diye başlar Dede Korkut, çocukken hep sorardım kendi kendime. "Bu Dede Korkut, evde oturup hanımına söylediyse bu destanları, biz nerden biliyoruz?" Evet çocukken de salaktım aziz okur yapacak bir şey yok. Sonradan çözdüm, ama bak buna dikkat isterim, kendim çözdüm başkası söylemedi, o girişteki "Hanım"ın hanıma değil Han'a söylendiğini. Azra Erhat diyor ki kitabın başında, sık sık tekrarlarla karşılaşırız İlyada'da, bu da normaldir, destanın doğası gereğidir. Öyledir gerçekten de Dede Korkut'tan alışık olduğum için hiç takılmadım mesela ben buna.
Neyse efendim aldım kitabı elime, şöyle bir tarttım, kafamda çevirip durdum başlığı. İlyada. "İl ya da ilme kardeşim, beni ilgilendirmez ki" dedim önce. "Nihahahaha" dedim sonra. "Eyvah" dedi zevcem. "Başladı gene" Sonra kitabı elimden bırakmadan, iki elimi havaya kaldırıp "İlyada Roman olsun ister çamurdan olsun o da Zeus kuludur her kim olursa olsun!" diye şarkı söyledim bel kırarak. Zevcem olay mahallini koşarak terketti. O zamanında üniversite iki gün içinde okumak zorunda kalmış İlyada'yla Odysseia'yı, sırf sınavda soru çıkması ihtimaline karşı. O yüzden zaten kitabı elimde görünce bana sıcaktan manyamış (90'lardan kalma sözcükleri yeniden gün ışığına çıkaralım!) gözüyle baktı. "Daha dur!" dedim cesaretle. "İlyada'dan sonra Odysseia'yı ondan sonra da Hamlet'i okuyacağım kadın!"
Başladım okumaya. Birinci günün sonunda "Perseus'un al yanaklı kızı Zevcus! İda dağının eteklerinden fışkıran kaynaktan bir kahve yapsan da bana içmeden önce birazını yere döksem, adasam tanrılara!" diyordum. Zevcus'tan ses gelmedi neye daldıysa gene, öfkeyle kalktım yerimden, gittim yanına "Başlangıçta yaptım hatayı ben, seni Samoslu denizcilere satmayarak, gidecektin onların sarayına, yıkayacaktın ayaklarını, aklın başına gelecekti, sonra değerli kurtarmalıklar vermek zorunda kalacaktı ak sakallı baban, seni alabilmek için onların ayaklarından!" dedim. Kaale almadı beni. Kös kös mutfağa giderken "Zeus cezanı verecek!" diye homurdandım.
Dördüncü günün sonunda savaştan yorgun bir halde tolgamı çıkardım başımdan, kargımı yere bıraktım, Hektor'u yakan ateşi şarapla söndürdüm ve kalktım kitabın başından. "Vay be!" dedim. Helal olsun sana Homeros dayı! Syunun suyu yerine bir klasiğin kendisini okumanın böyle avantajları var işte. Bir kere İlyada başından sonuna bütün Troya efsanesini anlatmıyor. (Azra Erhat ısrarla Truva değil Troya olduğunu belirtiyor. Türkçeye Fransızcanın attığı bir gol Truva.) Agamemnon'un Briseis'i Akhilleus'un elinden alarak şerefsizlik yapmasıyla başlayıp Akhilleus'un Hektor'u öldürmesi sonra da acıyıp cenazesini Priamos'a vermesi ve Hektor'a kral bir cenaze yapılmasıyla biten kısmı anlatıyor sadece. Paris'in Helen'i kaçırması Akhilleus'un ölümü filan İlyada'da yok. Ve fakat kardeşim, savaş, erkekler arasındaki çekişme, korku, yiğitlik, tanrılar arasındaki çekişme, dengenin her an bir taraftan diğerine dönmesi, doğa bu kadar mı güzel anlatılır, benzetmeler bu kadar mı güzel olur! Destanların en keyifli yanı süt tozu gibi olmalarıdır. İçine su koy, çoğalt, su koy çoğalt. Her yan hikayesinden, destanın her bir sahnesinden ayrı bir oyun, resim, opera boşuna çıkmıyor sonuçta.
Nihayeten altından kalkmakta zorlanacağım ağır ve sıkıcı bir metin beklerken, "Dur lan! Hazır bunu okumuşken bir de Çanakkale'ye gideyim de hadisenin geçtiği yeri bir göreyim" dedirten canlılıkta bir yazıyla karşılaştım. Tatilde skindirix polisiyeler okumak yerine İlyada okumak da hiç yapılmayacak bir şey değilmiş sonuçta.
Son cümle:
Kitap, Akhaların İlyad'a pirince giderken az kalsın evdeki bulgurdan olmalarını ama Akhilleus sayesinde götü kurtarmalarını anlatmaktadır. Ugh!
Yorumlar
Ben de ilk elime aldığımda "arrrgh kim okuycak ki bunu şimdi!" hissiyatında girdim kitaba. Sonra bir şekilde aktı gitti. Nasıl akıp gittiğini burada uzun uzun anlatmaktansa blogda uzun uzun anlatayım, şimdi onunla ilgili bir yazı şıftırtıyorum heman. Bu arada çok teşekkür ediyorum, ilk cümleyi de atlamadım hani :)