Ana içeriğe atla

Gecikmiş bir Sex and the City Filmi yazısı

Sex and the City ya da Vorçistayrlı Müge’nin deyimiyle S&C, ilk yayınlandığı sene seyretmiştim. Sanıyorum bundan 5-6 sene öncesidir, her sabah beşte, yatmadan önce o günün bölümünün başına otururdum. Yıllar sonra New York’ta bir restoranın önünde oturmuş muhabbet eden 4 tane kadın gördüğümde ne kadar doğru bir iş yaptıklarını bir kere daha anladım.

Şahsen Mirandacı olduğumu öncelikle belirtmek isterim. Miranda’ya hasta olduğum çıkarılmasın buradan, tabi ki fuck body olarak Samantha’yı seçerdim. Miranda dizideki en kendime yakın bulduğum karakterdir. Yüzkitabı internet sitesinde yapılan hangi S&C karakterisin testini çözmeden Miranda çıkacağımı rahatlıkla söyleyebilirim, o derece.

Carry’den kesinlikle hazzetmem, sosyalleştirilmiş sosyopat olduğunu düşünüyorum çünkü Carry’nin. Bunda Sarah Jessica Parker’ın oyunun da çok ciddi payı olduğunu biliyorum. Kadının ağlamasına bile üzülemiyorum çünkü gerçekten ağlamıyor. Biraz sonra gözlerini silip diğer kızlara “E nerde kalmıştık” diyebilecek gibi hep.

Charlotte zaten en tilt olduğum karakterdir. Aşkı arıyormuş. 2000’lerin New York’unda, hadi be ordan! Hadi be ordan! Manyak seni! Git Ohio’da ara onu sen!

Bir de diziye dair sevmediğim, aslında Amerikalıların genelinde sevmediğim ve dizide de çok iyi yansıtıldığını düşündüğüm “Kendi küçük dünyamız aslında dünyanın kendisidir. Dünyanın geri kalanı bizi ilgilendirmez” hissiyatı. Bunu bir kenara koyarsak kadın-erkek ilişkileri, kadınların birbirleriyle ilişkileri hakkında çok başarılı bir rehber olduğunu teslim etmek gerekiyor.

Benim S&C’de esas sevdiğim şey, dizinin belkemiğini oluşturan bu dört karakterin de kimseye eyvallahlarının olmamasıydı. Ne City’yi ne de Sex’i kukularına sallamamalarını sevmiştim. Hata yapıyorlardı, hatalarını daha büyük hatalarla örtmeye çalışıyorlardı bazen. Ama nihayetinde her yaşadıklarını büyük bir açık yüreklilikle içlerine alıyorlardı. Yanlışım varsa zaten düzeltirsiniz ama ben Carrie’nin ilk defa birlikte olduğu çocukla karşılaştığı bölüm haricinde muhasebe yaptığını hatırlamıyorum. Geri dönmüyorlar, pişmanlıklarını bir kendini yeme mekanizması olarak ceplerinde taşımıyorlar, hatalarının üstünden geçmiyor, yaralarının kabuklarını sökmüyorlar. İdealimdeki insan modeli. Olmak istediğim, beceremediğim. Bu yüzden çok seviyordum S&C’yi.

Sonra filmi yapıldı. Sinemada gidip seyretmedim. Ama geçen gün Moviemax’te görünce oturdum başına. Film bitine “Hadi lan!” dedim. Bu ne! Bu ne dittirik bir “ve herkes mutlu mesut sonsuza kadar yaşadı” masalı!

Charlotte’un üzerinde bile durmuyorum. Filmde doğru dürüst yaptığı tek şey yavrulamak zaten. “Biz diziyi nasıl bitirmiştik Charlotte’ta. Hah! Yavrulayamıyordu di mi? Tamam filmde yavrulasın! Süper bir fikir oldu bu!” Birinci masalın sonu mutlu biter.

Miranda’nın kocası onu aldatır. Miranda ondan ayrılır, sonra birlikte terapiste giderler, Brooklyn köprüsünün ortasında yeniden birleşirler, sonra da sevişirler. İkinci masalın sonu da mutlu bitti. Miranda “paşam beni aldatabilirsin, erkeksin, normal, ama ben de bir S&C kadınıyım, ben de seni aldatırım, buna dayanabilecek misin? Eğer bunu aşıp benimle birlikte olmaya devam edeceksen hodri meydan” demesini beklerken hem de. Ben şahsen Miranda’yı gerçekten zor bir durumda görmek isterdim. İşinden kovulmuş, iş bulamamış, Steve’in eve getirdiği parayla geçinmek zorundayken bir yandan da ev kadınlığı ve annelik yapmak zorunda kalan Miranda gerçekten zor durumda bir Miranda’dır. Oğlundan nefret eden, ondan nefret ettiği için kendisinden nefret eden ve bütün bunların hıncını Steve’den çıkaran bir Miranda mesela.

Samantha sevgilisiyle L.A’ye taşınmıştır. O evde sıkılmaktayken yan evde gaslı bir amca non-stop sevişmektedir. Samantha sevgilisine ihanet etmez ama dayanamaz kanser olduğu zamanlarda onu terk etmeyen oğlanı terk eder. Samantha’nın hikayesi tam olmasa da doğruya en yakın hikaye. Samantha’nın gerçekten de eyvallahı yoktur bu hikayede. Ama sevgilisini terk etmek için filmin sonuna kadar bekler çünkü onun da başka bir numarası yoktur aslında baktığında. Halbuki Samantha’yı oğlandan bir an evvel ayırıp, tam “New York, döndüm ulan!” dediği anda seks yapmasını engelleyen bir hastalıkla filan baş başa bırakıp onun nasıl dayanmaya çalıştığını, nasıl acı çektiğini kendini meditasyona verdiğini, buzla dolu küvete girdiğini hatta sonunda nasıl erip seksten vazgeçtiğini filan, görmek daha eğlenceli olmaz mıydı? Ne de olsa Samantha S&C’nin en çok gülümseten karakteridir.

Gelelim Carry’ye. Kırkını geçmiş bir kadınsın, bunca sene bize kadınlardan ve erkeklerden, çok ince düşünülmüş ilişki hikayeleri anlatıp durdun, üstelik hayatını da buradan kazanıyorsun, Big’le evlenmek nerden çıktı bacım? Bunca senedir omuriliğine kadar öğrendiğin bir adam değil mi senin bu? Big’le evlenilmez bunu ben bile biliyorum, sen nasıl bilmiyorsun ya! Big’le gidip gelen, sallantılı bir ilişki yaşanır. Zaten heyecanı ve enerjisi de bu gidip gelmelerdedir sizin ilişkinizin. Çünkü Big tekin değildir. Bir de insan kendine dönüp bakar, senin ne farkın var Big’den? Sen değil miydin gelinliğin içinde kendini görünce panik ataklar geçiren? Sen evlenilecek kadın mısın ki zaten? Big tekin değil evet ama sen sanki çok mu tekinsin? Hayır! O zaman nerden çıktı bu evlilik boku?

Benim fikrim çok ucuz ve üzerinde dikkatle çalışılmadan yazılmış bir senaryoyla karşı karşıya olduğumuz. Ve sadık S&C seyircileri olarak aptal yerine konduğumuz. Bu kadar uzun zaman süren işlerde -hele ki iyi bir işse bu- yazarlar ister istemez karakterlerin bütün incelikleri, derinliklerini ortaya çıkarmak zorunda kalırlar. Bu göz ardı edilerek yazılmış filmin senaryosu. Yıllarca “akım” diyen karakterler birden “bokum” demeye başlamışlar. İşte bu yüzden kötü S&C filmi. İşte bu yüzden yarısında zap yapmak istiyor deli gönül. Ama Samantha’nın ve Miranda’nın ve tabi Big’in yüzü suyu hürmetine oturup seyrediyor. Olmamış sayın yetkililer, olmamış. Bir daha böyle bir hatayla karşımıza gelmeyin lütfen.

Yorumlar

Adsız dedi ki…
Allaaaaah!!! S&TC'li bir yazı, çok eğleneceğim gibi bir his var içimde! (Henüz sadece ilk cümleyi okudum.) Bu arada S&C değil, S&TC. :D
Adsız dedi ki…
Ay ne kadar büyük bir keyifle okudum efem! :D Hem-men yorumlarımı döşeneyim.

Ben de kendimi Miranda'ya benzetirim. Bir de Miranda ağladı mı dayanamam, benim de ağlayasım gelir. Senin çizdiğin gerçekten zor bir durumda kalmış Miranda mizanseni ise realizmiyle nihayetinde Revolutionary Road gibi birşey çıkarırdı. Biz (Biricik aşkım Borsalino'm ve ben) bayılırdık tabii ama averaj S&TC izleyicinin işine gelmezdi.

http://mugeinwonderland.blogspot.com/2008/09/carrie-and-miranda-we-know-dont-live.html

http://mugeatalay.blogspot.com/2008/12/selvi-boylum-al-yazmalmdan-sex-and.html

Reca edeceğim, konuyla ilgili şu yazılarıma bir bakınız.

Bu arada Kızım'ı çok özledik; geçen arabada giderken "O gün ne de güzel arkada uslu uslu oturmuş, etrafı seyretmişti, kafasını şurdan uzatıyordu, ah canım, tüyleri uzadı mı acaba?" falan diye nostaljinin dibine vurduk ki aslında uslu-muslu da durmamıştı ama özleyince yaramazlığını bile arıyor insan işte.

Bana bak Gökhan! İşiniz düşünce bırakmakla olmaz, taşınınca bari bir hafta sonu verin, ben bakayım.
Neyse, nerden nereye geldik. İyi günler diliyorum.
Gökhan dedi ki…
E sen zaten benim yazdığım yazıyı daha önce yazmışsın Vorçistırlım! Davete seninle aynı kıyafeti giymiş de gelmiş gibi hissettim kendimi şimdi!
Bu arada kız sizindir efenim ne zaman isterseniz alabilirsiniz. Bugün teyze de bir baba yarısı sayılır ne de olsa di mi? :)
Adsız dedi ki…
Kızım olmadan asla Gökhan! Hahahahah...

Bu blogdaki popüler yayınlar

DEVRİM YAPACAADIK DA BİZİ BU İNTERNET BİTİRDİ

bu foto sadece erkek veya lezbiyen veya biseksüel okuyucunun dikkatini yazıya çekmek için konmuştur. Görsel meta tüketimi de insanda "çünkü ben buna değerim!" duygusu yaratıyor. "Koçum benim! Bunların hepsi sana vermek istiyor! Bak nasıl da sıraya girmişler" Son bir kaç gündür tuvalet kitabım Fransa'da 68'de neler olduğunu anlatan, unuttuğum adı da bu minvalde bir şey olan bir kitap. Ondan önce de Vietnam Savaşı'nı okuyordum. Benim için sanıyorum tuvalet aynı zamanda bir okuma mabedi haline gelmiş durumda. Tuvalet dışında okuyamıyorum. İşteki tuvalette ayrı kitap evdekinde ayrı kitap okuyorum. İşteki tercihlerim genelde kafa dağlamayan Amerikan romanları. Bir yandan Gore Vidal'in Düello'sunu bir yandan da Mario Puzo'nun Omerta'sını okuyorum işte. Evde ise genelde araştırma kitaplarından daha fazlasını almıyor kafam. Bazen sırf kitap okumak için çişim olduğu halde takılıyorum tuvalette. Evet manyağım belki, ama sanırım dış dünyanın t

"Makinalaşmak İstiyorum" Şiiri Üzerine

Virgillius'un şu yazısını okuduktan sonra bir cevaba girişip yorum kısmına koyacak oldum. Fekat yorumun limitlerinin almayacağı bir yazıya dönüştüğü için yazacaklarım, buraya almaya uygun görmüş bulunmaktayım efenim. Üstat hazır sen yokken meydanı boş bulup atıp tutayım biraz. “Makinalaşmak İstiyorum” şiiri Nazım Hikmet'in şiirinin gelişme döneminde denediği Fütürist akım dahilindeki bir iki şiirinden birisidir. Fütürist akım İtalya'da Marinetti tarafından başlatılmış daha sonra özellikle Rusya'da faşizme olan açık desteği paranteze alınarak geçmişe dair herşeyi reddeden cesur tavrı öne çıkarılarak Mayakovski ve Hlebnikov tarafından uygulanmıştır. Mayakovski'nin şiirinin bu kadar sert, açık ve kavgacı olmasının sebebi şairin manyak bakan gözleriyle birlikte bu akımdır. Nazım Hikmet'in KUTV'da eğitim görürken okuduğu ve çarpıldığı bu şiir biçimine öykünerek yazdığı bir şiirdir “Makinalaşmak İstiyorum” Biçimsel olarak oldukça özel bir yer tutar Türk şii

Aklıma Takılanlar

Kışın kafelerde, metrolarda filan bir kere bile kitap okuduğunu görmediğim yurdum burcuva kızı neden güneşlenirken kitabına gömülür? Ben biliyom nedenini de, ayıp değil mi güneşin altında kavrulan o zavallı kitabın yapraklarına be güzel ablam ama ya!