Ana içeriğe atla

Anlatacaklarımızın Tükenmesi Üzerine

Virgilius biraderimden aparttım başlığa "üzerine" eki koyma trüğünü.

Bu yazıda anlatacak yeni bir şeylerim olmadığından ve bunu farketmenin korkusunu ve sıkıntısını yaşadığımdan bahsetmiştim. Takipkârlarım (Ben uydurdum) bendenize sevgilisinden yeni ayrılmış ergen çocuk muamelesi yaptılar. "Üzülme be abicim! Sana kız mı yok! O kaybeder, bırak!" mealinde cümlelerle teselli etmeye çalıştılar. Kızdığım ya da bozulduğum sanılmasın, bilakis kendilerine bu Murat und Hakan Yakın yaklaşımlarından dolayı teşekkürü bir borç bilirim. Fekat benim anlatmaya çalıştığım başka bir şeydi.

Bu yazıda bahsettiğim yeni dünya arayışının yansımalarından birini de yazarken yaşıyorum ben. Avatar'a gittiniz mi bilmiyorum, ben gittim. Hayvan gibi çalışılmış bir proce olmasına ve bizi fantastik bir dünyaya hemi de 3 Boyutlu olarak sokmasına rağmen yeni bir şey anlatmıyor maalesef. "Vay anasını satayım! Ulan bu yıllardır benim aklıma gelir de bir türlü nasıl söyleyeceğimi bulamam!" ya da "Evet lan! Bunu ben de yaşıyorum, hissediyorum ama anlatamıyorum! Adam bulmuş! Helal olsun" demedim. Kabul ediyorum farklı ama bu büyüklükte bir projeden daha iddialı bir evren tasarımı bekliyor insan. Aşağıdaki resme dikkatli bakınız.


Bu yavrular Na'viler. Başka bir ırk bunlar. Maviler. Boyları 3 metre filan. Kuyrukları var, Kendilerine hamak olmayı kabullenen bir takım bitkilerin üstünde yürüyüp, ata benzeyen bir takım hayvanlara biniyorlar ve yakalayabilirlerse ejderha sürüyorlar. Etle beslendikleri kesin, okla avlandıklarını gördüm çünkü. Gezegenlerinde Şişhane'deki bütün elektrikçileri zengin edecek abajursal ağaçları filan var, onların arasında dolaşıyorlar. Gezegendeki her türlü canlıyla interconnected haldeler. Avladıkları hayvanlardan özür diliyorlar, gönlünü alıyorlar filan. Ama bilin bakalım bu insan-olmayan canlılar yukarıdaki kareden bir kaç saniye sonra ne olacak?




 
Öpüşecekler. Evet bildiğimiz insani öpüşme. Baygın bakışlardan da anlaşılıyor zaten malın nereye gideceği. Şimdi bu fotoğrafı niye buraya koydum? Söylemek istediğim şeyin basit bir örneği olduğu için. Başka bir gezegende yaşayan başka türlü yaratıkların hikayesi ise anlattığın, neden onları insanlar gibi kuruyorsun güzel kardeşim? Anlıyorum mümkün olduğunca büyük bir kitleye film yapıyorsun ama biraz daha zeka ve yaratıcılık bu kadar zor mu? South Park'ın bir bölümünde bütün South Park ahalisi yemeği götünden yiyip ağzından sıçıyordu. Bu bile bir şeydir. Anasını sattımın Na'vileri niye illa dişi ve erkek diye iki cinsiyete ayrılıyor, neden tek eşli oluyor, niye kendi cinsleriyle de seks yapamıyorlar ya da neden seks yapıyorlar ve kodumun gezegeninde niye aşk var ulan!

Gelelim bir diğer filme, sinema tarihine altın harflerle yazılan bir filme. Matrix serisi. Allah'tan Avatar gibi değildir ve "Laaan! Ben de aynını hissediyom! Yalan lan bu dünyaaa!" gibilerinden cümleler ettirir adama. Amma velakin ilk filmin finalindeki şu fotoya bakınız.



Yanlış anlaşılmasın. Kişilerin öpüşmesine karşı bir insan değilim. Ve fakat tamamıyla yalan bir dünyadan, gerçek fekat skindirik dünyaya dönüş yaparken, yalan dünyada vurulduğu için kendini de vurulmuş kabul eden (Evet! Yine, yeni, yeniden, "Almanya yenik sayıldığı için Osmanlı da yenik kabul edildi" örneğindeki gibi) Neo kardeşimiz neden kalp masajı yapmaya bile değer bulunmazken Trinity'nin bir öpücüğüyle dönüverir memlekete. Ve neden kendi kendine "şuraya bak anasını satayım, tenekenin üstünde uyuyorum, battaniyem bile yok, bulamaç yiyorum. Neymiş bizi pil olarak kullanıyorlarmış da rüya gördürtüyorlarmış da... bundan üç yüz yıl önce kapitalizm de aynı boku dedemin dedesinin dedesine yapmıyor muydu? Bir ev, bir yazlık, bir araba, yılda iki hafta tatil, iki çocuk, televizyon, reklamlar, kredi kartları ile! Onların gıkı çıkmadı da benim niye çıkıyor? Gerçek dünya zaten olmuş bir cehennem, ağaç yok, deniz yok, balık yok. Onu geçtim rakı bile yok ki iki tek atıp kederimi doya doya yaşayayım! Ben ne bok yemeye çalışıyorum ulan o zaman Matrix'i yıkmaya! Gelecek nesilmiş! Gelecek neslini skiym! Cypher haklıydı! Dinlemedim! Kafama sıçayım dinlemedim!"demiyor.

Holivud'dan örnek verdiğimin farkındayım. Ana akımdan örnek verdiğimin farkındayım. Ana akım zaten bağımsız ve sıkı işlerin cesaretiyle beslenir ve dönüşür, yoksa kendini dönüştürme kabiliyetine sahip bir bok değildir. Ama bu da bağımsız ve sıkı işlerin varlığını gerektirir aslında. Son dönemde seyrettiğim ana akım dışı filmlere bakıyorum. "District 9" ve "Moon" en çok dikkatimi çekenler oldu. "Başka" bir şey anlatıyorlar. Ama onlar da çok "başka". Sadece uzay ve uzaylılarla ilgili oldukları için söylemiyorum bunu. Uzaylı veya klon olmadığım için özdeşleşemeden seyrediyorum bu filmleri. İlla özdeşleşmek mi gerekir? Elbette hayır. "Apocalypse Now!" mesela, seyrederken Marlon Brando'yla özdeşleşmezsin belki ama kafanı alıp başka bir yere götürür film. "Ran" mesela, basit bir Shakespeare uyarlamasının çok ötesinde bir filmdir, bir sanat eseridir. Son dönemde seyrettiğim filmlerden Olağan Şüpheliler, Se7en, Nixon Suikasti, Amelie, Köprü Üstü Aşıkları, Fight Club'ı gönül telimi titretenler kategorisine sokabilirim, hepsi de birinci sınıf filmler ama en üst kategoride değiller benim için. Nedir o kategori? Bazen öyle bir şey seyredersin ki tamamdır o. Olmuştur. Üstüne bir laf daha koyamazsın. Nirvanadır. Bu filmler öyle filmler değil maalesef. Ama son saydığımız filmlerin varlığına da şükretmek gerekiyor artık. Çünkü onlar bile çıkmaz oldu.

Ben neden bahsediyorum? Ben de çok iyi bilmiyorum aslında. Kafam çok karışık, delidir ne yapsa yeridir kıvamındayım. Bir yer var biliyorum...

Bir yer var, biliyorum;


Her şeyi söylemek mümkün;

Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;

Anlatamıyorum


Muğlak... flu... sezgisel... yaklaştım, duyuyorum ama anlatabildiğimden çok emin değilim.

Başka bir şeyler anlatmaktan bahsediyorum. Yeni bir şeyler anlatmaktan bahsediyorum. Ya da bilinen bir şeyi başka bir şekilde anlatmaktan  bahsediyorum. "Bunu biliyorum ben ya" dedirtmeyen bir şeyler anlatabilmekten ve bunu farklı anlatabilmekten bahsediyorum. Yeni içerikler, yeni biçimlerde. Ama yeni. Dünyanın değişimine ayak uyduramadığını düşünüyorum ne sinemanın ne edebiyatın. Müzik kolay üretilebilir olması sebebiyle daha rahat dönüşebilen, yeni biçimlere ve içeriklere açık bir sanattı ama orada da yeni bir şey olmuyor. Plastik sanatlarda da durum aynı sanırım. Ortalığı hallaç pamuğu gibi atan birileri olsaydı mutlaka duyardık, hele ki bu kadar yaygın bir iletişim ağı içindeyken... Yok yok yok. Yeni bir Andy Warholl bile çıkmıyor anasını satayım. Herkes 15 dakikalığına ünlü olabiliyor artık. O yüzden mi kimse daha fazlasını istemiyor acaba? 15 dakikalığına ünlü olan da, onun ünlü olmasını takip eden de. Söylenecek yeni bir sözümüz yok mu? Yoksa dinleyecek olanların konsantrasyonu bebek konsantrasyonu seviyesine indiği için mi duyamıyoruz o sözü?Ama bir söz eğer yeterince ağırsa zaten suyun üstünde durmaz, dibe iner değil mi? Normalman öyle olması gerekir.
 
Şimdi döneyim kendime. Girişte bahsettiğim yazıda "anlatım biçimleri" diyerek yanlış kodlamışım aslında. Anlatacaklarımızın tükenmesinden bahsetmeye çalışıyordum. Nereye dönersem döneyim kendime ya da benden öncekilere çarptığımı görüyorum bugünlerde. Dünyadaki son Coca Cola reklamındaki gibi bir halde miyim? Bende sadece bir tane fikir kaldı da onu mu arıyorum içimde? Ya da belki bütün dünyada. Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu bir evrende bunu söyleyerek eşeklik ediyor olabilirim. Belki de o kadar çok dürttüm ki kendimi, içimdeki değişimin bana bir şeyler vermesine engel oldum. Aynı duruma birden çok gözlükle bakmayı iyi bilirim ben, işim bu çünkü. Ama bugünlerde hangi gözlüğü takarsam takayım aynı boş ve beyaz sayfayı görüyorum. İçini tam olarak dolduramadığım tek bir kelime geçiyor gözümün önünden. Onu da yazmaktan itinayla çekiniyorum:
 
Tam bunu yazarken çalışma masamın üstündeki raftan bir kitap düştü. Hiçbir dış etkene maruz kalmadan üstelik. Bunu bir işaret kabul ediyorum ve o kelimeyi yazmıyorum.


Yorumlar

Adsız dedi ki…
Konuyla ilgisi yok ama bunu söylemem lazım: Dün bir yazı yazdım, bloga koymadım ama. Bir sıralama yapıyordum, bir yerinde "Orhan Veli'nin Anlatamıyorum adlı şiirinin sadece son dört dizesi..." diye yazdım. Enteresan geldi şimdi.

Bir yazıda Orhan Veli varsa, o yazıda büyük, sağlam bir hüzün vardır bence.
merlin dedi ki…
zor ya. vallaha diyorum. surekli uretmek zorunda kalmak zor. ama bari ben de bir kitap onereyim uzaylilarin aski hakkinda belki okursun. beni 2-3 hafta cinsellikten sogutmustu. the gods themselves.en iyi roman dalinda hem nebula hem nebula yi goturuyor baba.
sarya dedi ki…
Sevgili Gökhan, zaman zaman hepimiz aynı dertten muzdarip oluruz. Ben de senin bir takipkarın (ayrıca takipkarlarım kelimesini güzel uydurduğunu belirtmeliyim) olarak seni anladığımı düşünüyorum. Şimdi düşüncemi yazıya döktüğüm vakit sanırım ne dediğimi anlatabileceğim. İçinde bulunduğumuz yüzyıl yeni imal edilmiş çöp öğütücüsü gibi her şeyi çok çabuk öğütüp çöp haline getirebiliyor. Hiçbir şeyi tam yaşayamıyoruz. Her şey yarım her şey eksik her şey boş… Denenmemiş bir şey kalmadı belki. Bu tekrarların müsebbibi bu belki. Ve hiçbir şeyi sindirmeden tıpkı o öğütücü gibi dışarı atmamızın sebebi bu belki… Belki…

Cinsellik konusunun işlenmesi her unsurda kendini çok sattırmıştır. Film konusunda bir bilgim yok. Sinemaya gitmeme sebep olacak çok kaliteli film olduğunu sanmıyorum. Dikkat ettin mi, artık hiçbir şey bizi etkilemiyor? Bundan 20 yıl önce sıradan bir aşk filminde salya sümük (bunu ben uydurmadım günlük konuşmada zaman zaman kullanılır ama tabi bu demek olmuyor ki benim de uyduramayacağım kelime çıkmayacak dur bakalım daha yazacaklarım bitmedi elbet sonuna doğru bir şey bulurum) ağlayabiliyorduk. Siyah beyaz cam bizi nasıl da etkilerdi. Nasıl hayran hayran bakardık. Ama nasıl ki cam renklendi hoooppp sihir bozuldu. Biz büyüye kapılırken ne çok değişti uzun zaman anlayamadık. Ta ki sizin gibi bir şeylerin eksik olduğunu kavrayıp kıvranana kadar. Evet sevgili Gökhan şimdi kıvranma zamanı. (işte bak bunu ben buldum basit ama olsun) Durun daha bu bir başlangıç… Daha çok boş şeyler göreceğiz dolu görüntüler içinde. Daha çok karşılaşacağız anlamlı sanılan anlamsızlıklarla. Hemen ilk fark edişte kendini bu kadar koy verme. Hazırla kendini. Daha yeni başladık…

İlk defa sana bu kadar uzun yorum yazıyorum dedim ya aynı dertten muzdaripiz. :))
Gökhan dedi ki…
Sayın Vorçistayr hüzünden çok kafa karışıklığı yazısı oldu daha açık anlatabilmek için daha uzun yazmam gerekiyor aslında. Biraz da kendime yazmam gerekiyor. Bak kardeşim aslında söylemek istediğinin temellerinde şunlar şunlar var şeklinde. Bu konu üstünde düşünürken kolay oluyor daldan dala zıplayıp sonra her şeyi bağlamak ama yazıya geçince dağılıyorum bugünlerde.

Merlin tavsiyene şükran. Bulup alıp okuyacağımdır. Ben biraz kafa açıcı bi şeyler görmek, okumak istiyorum artık. Blogunu okudum bir kere daha, bence daha sık yazmalısın. çok güzel oluyor okuması :)

Sarya, uzuuun uzuun anlattıklarında doğruluk payı elbette var. Ben mesela Doğu Bloğu ülkelerindeki yeni kuşakların da bizimle aynı dertten muzdarip olabilceğini düşünüyorum. Çünkü dediğin gibi bundan yirmi sene önce kabuğunun içinde, dışarda ne olup bittiğini bilmeden yaşayan güzel ve yalnız bir ülkeydi burası ve biz elimizdekilerin tadını çıkarmayı biliyorduk. Sonra biz açıldık, dünya bizden daha fazla açıldı. Bugün seçebileceklerimizin sayısı seçmek isteyeceklerimizden fazla. O yüzden sadece göz atıyoruz bir çoğuna, eğer bildiğimiz, daha önce gördüğümüz, okuduğumuz bir şeyin tekrarıyla karşı karşıya olduğumuzu biliyorsak ona doğru dürüst ilgi göstermiyoruz bile. Basit bir örnek vereyim, Olağan Şüpheliler'in afişini gördüğümde dandik bir mafya filmi olduğunu düşünüp gitmemiştim. Sene sonunda Beyoğlu sinemasında, eleştirmenlerin seçtikleri oynatılır ya, boş zamanım vardı, gideyim anasını satayım sıkılırsam çıkarım dedim. Filme girdim, bittiğinde koltuğun kollarına yapışmıştım. Ama nefis bir filmin kötü yapılmış afişi bile artık algımızı etkileyebiliyor.

Bir noktaya da açıklık getirmek istiyorum, Na'vilerin ya da Neo'yla Trinity'nin öpüşmesi değil benim esas derdim. Ama "dur buraya bir de aşk koyalım, daha çok seyirci gelir" diyerek klişe sahneler üretilmesi. Na'vi denen ırk da bizim gibi flört etmesin, öpüşmesin, çiftleşmesin abicim! Tamam öpüşsün, flört etsin, çiftleşsin ama bunun üstüne biraz düşünün ya! Farklı bi şekilde söyleyin bana bunu. Nusaybin'de sohbet ettiğim oralı bir abi vardı. Ama üniversiteyi Londra'da filan okumuş. Bir film üzerine konuşuyorduk. Bir baba-kız sahnesi olacak. Ben dedim ki "burada baba kızına sarılır ve..." sözümü kesti. Burdaki anne babalar çocuklarına senin bildiğin şekilde sevgi göstermezler. Öpmezler, sarılmazlar. Bu onları sevmedikleri anlamına gelmez. Ama bunu göstermezler. Nusaybin'de bile sevginin ifade edilme biçimleri farklıyken Pandora'da niye aynı, be James Cameron'um güzel abim?
sarya dedi ki…
Ben de çok iyi bilirim doğulu bir ailenin kızı olarak babaların bir kez olsun çocuklarına sarılıp öpmediklerini. Sarılıp öpmedikten sonra bir önemi yokki ne kadar sevdiklerinin!..

biz sevgimizi öpüşerek gösteremiyorsak bu bizim suçumuzdur filmi çeken amcanın değil :)

Şaka bir yana filim hakkında konuşmak eleştiri yapmak bana düşmez çünkü sinema ilgi alanım dışında. yazdıklarını, eleştirilerini saygıyla okurum Gökhan.

Bu blogdaki popüler yayınlar

DEVRİM YAPACAADIK DA BİZİ BU İNTERNET BİTİRDİ

bu foto sadece erkek veya lezbiyen veya biseksüel okuyucunun dikkatini yazıya çekmek için konmuştur. Görsel meta tüketimi de insanda "çünkü ben buna değerim!" duygusu yaratıyor. "Koçum benim! Bunların hepsi sana vermek istiyor! Bak nasıl da sıraya girmişler" Son bir kaç gündür tuvalet kitabım Fransa'da 68'de neler olduğunu anlatan, unuttuğum adı da bu minvalde bir şey olan bir kitap. Ondan önce de Vietnam Savaşı'nı okuyordum. Benim için sanıyorum tuvalet aynı zamanda bir okuma mabedi haline gelmiş durumda. Tuvalet dışında okuyamıyorum. İşteki tuvalette ayrı kitap evdekinde ayrı kitap okuyorum. İşteki tercihlerim genelde kafa dağlamayan Amerikan romanları. Bir yandan Gore Vidal'in Düello'sunu bir yandan da Mario Puzo'nun Omerta'sını okuyorum işte. Evde ise genelde araştırma kitaplarından daha fazlasını almıyor kafam. Bazen sırf kitap okumak için çişim olduğu halde takılıyorum tuvalette. Evet manyağım belki, ama sanırım dış dünyanın t

"Makinalaşmak İstiyorum" Şiiri Üzerine

Virgillius'un şu yazısını okuduktan sonra bir cevaba girişip yorum kısmına koyacak oldum. Fekat yorumun limitlerinin almayacağı bir yazıya dönüştüğü için yazacaklarım, buraya almaya uygun görmüş bulunmaktayım efenim. Üstat hazır sen yokken meydanı boş bulup atıp tutayım biraz. “Makinalaşmak İstiyorum” şiiri Nazım Hikmet'in şiirinin gelişme döneminde denediği Fütürist akım dahilindeki bir iki şiirinden birisidir. Fütürist akım İtalya'da Marinetti tarafından başlatılmış daha sonra özellikle Rusya'da faşizme olan açık desteği paranteze alınarak geçmişe dair herşeyi reddeden cesur tavrı öne çıkarılarak Mayakovski ve Hlebnikov tarafından uygulanmıştır. Mayakovski'nin şiirinin bu kadar sert, açık ve kavgacı olmasının sebebi şairin manyak bakan gözleriyle birlikte bu akımdır. Nazım Hikmet'in KUTV'da eğitim görürken okuduğu ve çarpıldığı bu şiir biçimine öykünerek yazdığı bir şiirdir “Makinalaşmak İstiyorum” Biçimsel olarak oldukça özel bir yer tutar Türk şii

Aklıma Takılanlar

Kışın kafelerde, metrolarda filan bir kere bile kitap okuduğunu görmediğim yurdum burcuva kızı neden güneşlenirken kitabına gömülür? Ben biliyom nedenini de, ayıp değil mi güneşin altında kavrulan o zavallı kitabın yapraklarına be güzel ablam ama ya!