Ana içeriğe atla

Children of Man


Megavizyonun dandik raflarında, eve gidince seyredip biraz kafa dağıtmak için ortalamanın biraz üstünde bir filme razıydım.

Clive Owen denen ütü kafalı İngiliz’i, zevcemden farklı nedenlerle de olsa beğeniyorum. (O “Ohş yavrum! Ütü kafam benim” şeklinde beğeniyor, ben sadece sanatçı kişiliğini beğeniyorum) Aslında bulmayı umduğum film “Shoot’Em up” (“Analarını Belle” adını taktım ben çevirmen olaranktank) idi.

Paul Giamatti de sevdiğimiz, Sideways’deki oyunuyla Al Pacino, Robert De Niro, Marlon Brando gibi oyuncuların oluşturduğu en üst tabakanın bir altına, Clive Fırın, Javier Bademgözlü, Robert Carlyle (buna uyduramadı kusura bakmayın) gibi oyuncuların arasına koyduğumuz bir abimizdir.

Aksiyon sever bir insan olarak, iki güzel insan olan ütü kafa Clive’ın burnundan konuşan Giamatti’nin bir aksiyonda nasıl bir kimya tutturmuş olabileceklerini merak ediyordum, hala da ediyorum. Çünkü uzun uzun bahsettiğim “Analarını Belle” nam filmi bulamadım. Ama üzerinde Clive Owen resmi olan başka bir DeVeDe Kulak’a rastladım. Adı Children of Man. Ulan neymiş bakayım bunun konusu?

Yıl 2027, insanlar 18 yıldır üreyemiyor. Hım… Bilim-kurgu da sevdiğimiz türler arasında bulunmakta. Fekat bir türlü adını koyamadığım bir şeyler beni hep rahatsız ederdi bilim-kurguda, ne olduğunu enteresandır ki bu filmi seyrettikten sonra anladım. Tabi herşeye kadir Kubrick Baba’nın “2001: A Space Odyssey” nam filmi hariç. Bu Kubrick zaten başlıbaşına ayrı bir yazının konusu.

Neyse, döneyim asıl konuma: Children of Man. Sene 2027 olmuş ve 18 yıldan beri çocuk mocuk hüffff… Şimdi böyle bir başlangıç beni her zaman korkutmuştur. Gerçekten de öyle mi diye sormayın. Ben de henüz DVD’nin arkasında yazanları okumaktayım o anda…

“Ulan hadi be!” dedim kendimi gaza getirerek, ne kaybedicem? Altı üstü 20 YeTeLe ve iki saat. Aldım filmi, geldim eve, kuruldum TeVe’nin başına. İki saat sonra, son zamanlarda seyrettiğim en iyi filmlerden birinin altından kalktım. Yukarıda sorduğum, bilim-kurgularda neyi sevmediğime dair sorunun (Türkçe bazen çok mu zor oluyor yoksa ben mi zorlaştırıyorum?) cevabını bulmuştum.

Bilim-kurguların neredeyse tamamında bir “kahraman” (karakter anlamında kahraman değil, Malkoçoğlu ya da “Hero” anlamında kahraman) vardır. Bu kahraman bazen motorize, nihilist bir Red Kit’tir (Bkz. Mad Max) bazen ise kahraman bile olduğunun farkında olmayan bir tıfıldır. (Bkz. Matrisk) Nihayetinde bu emmoğlu öyle ya da böyle filmi bir “kahraman” olarak bitirir.

Bilim-kurguların çoğu, gelecekte geçmelerinden mütevellit, önce bizim henüz yaşamadığımız arada olan biteni “anlatır”. Bunu ya film başlamadan yukarı doğru akan da akan bir yazıyla yaparlar ya da filmin içine serpiştirdiklerini düşünerek gözümüzün içine sokarlar. Gene Matrix’de Morfeus’un Neo’ya verdiği İnkilap Tarihi dersini hatırlayın. Üstelik bu gelecek tasarımları hemen her seferinde filmin çekildiği dönemde kullanılan teknolojinin biraz sündürülmüş halidir. I-Robot’u hatırlayın.

Ve son olarank da, bilim-kurguların gene çoğu, “kahraman” meselesini cilalamak uğruna epik anlatımın dibine vururlar. Zaten bilim-kurgu türünün temel sorunlarından birisi öncelikle kahramanı sana tanıtmaya, sonra da bir sürü sorunla aynı anda uğraşmasını sağlayarak yani kahramanlık üstüne kahramanlık yaptırarak onunla özdeşleşebilmeni sağlamaya çalışmaktır. Fakat bu bende bir tür aşağılık kompleksi yaratıyor. “Ulan ne adammış be! Ben bunun stajyeri bile olamam anasını satayım!” dememe sebep olur “kahraman”ın bu kadar “kahraman” olması.

Yunan tanrıları gibi bazen sıçıp batıran adamlar değillerdir, daha çok tek tanrılı dinlerin tanrılarına benzerler, bir dönem yaralanmış hırpalanmış olabilirler ama görev günü gelip çattığında acılarından ve zaaflarından sıyrılıp kurtarıcı olurlar. Halbuki bir filmin en önemli görevlerinden birisi, seni içine alması ve seni yaşadığın gerçeğin yakınında ama dışında bir yerlerde dolaştırmasıdır. Bilim-kurgularda bu aşağılık kompleksi hissiyatından dolayı daha çok izleyici olarak kalırsın, röntgenlersin, hayranlık duyarsın ama bir şey hissetmezsin.

İmdiii, dönelim Children Of Man’a. Film siyahta başlıyor, siyahın üstüne bir takım sunucuların okuduğu haberlerden kısa bir ses montajı giriyor ve abartmadan minik bilgi kırıntıları veriyor. Son haber dünyanın en genç insanının ölümüyle ilgili, bu haberi bir kafede hep birlikte seyreden figürasyonun arasından geçerek kasaya ulaşan adamımız Clive sade kahvesini alıyor, televizyondaki haberi bir tarafına takmadan dükkandan çıkıyor. Londra’nın işlek bir caddesindeyiz fakat bir takım terslikler söz konusu, çöpler toplanmamış, caddeden klasik iki katlı İngiliz belediye otobüslerinin (ki üstlerindeki hareketli reklamlarla gelecekte olduğumuzu ama çok da uzak bir gelecekte olmadığımızı hissediyoruz) yanısıra, benzerlerine Uzak Doğu’da rastlanan mobilet-taksiler geçiyor, ortalık egzoz dumanına boğulmuş durumda, yani dünyanın en temiz, en düzenli, en gelişmiş Londra’sı değil orası.

Neyse, bizim ütü kafa Clive biraz uzaklaşıp kahvesine viski doldururken birden kafe patlıyor. İyi bir filmin başlaması gerektiği yerde yani ilk beş dakika içinde başlıyor Children of Man. Adamımız kafeden çıktığından beri etrafında dolaşan omuz kamerasını ilk defa o patlamaya doğru koştururken farkediyorsunuz ve bir anda filmin içindeki haber kamerası duygusu sizi sarıveriyor. Sanki kamera koşmuyor, siz koşuyorsunuz patlayan kafeden bağırarak çıkan kolu kopmuş kadına. Bu koşuya kendiniz bir kere kaptırdınız mı bir daha filmden çıkamıyorsunuz zaten. (Süper!)

Adamımız Clive bir “kahraman” değil. Sıradan bir işi olan, bir zamanlar evli ve çocuklu olduğunu, çocuğunu kaybettikten sonra cıvıttığını sadece filmdeki detaylardan çıkardığınız (Süper!) bir adamceğiz bu. Üstelik bir amaca doğru yürümeye başladığında da “kahramanlaşmıyor”, eline bir kere bile silah almıyor mesela, kendi tercihi olmayan “görevi” üstüne kaldığında silkinip toparlanmıyor, sadece kaçıyor. Kaçarken yanında “görevini” de taşıyor o kadar. Bu “kahraman” olmama hali o kadar güzel detaylarla süslenmiş ki hayranlık duymamak mümkün değil. Filmin bir yerinden sonra çıplak ayakla, bir yerinden sonra da kış olmasına rağmen ayağına uydurabildiği tek şey olan parmak arası şıpıdık terliklerle kaçıyor. Kaçması gereken adamlardan uçarak değil, aküsü bitik durumda bir arabayı yokuştan itip vurdurarak çalıştırmak suretiyle kaçıyor, üstelik bunu hemen yapmıyor, yaklaşık bir beş dakika hem -aslında tam da kötü olmayan (Süper!)- kötü adamlardan kaçmasını hem de arabayı itmesini seyrediyorsunuz. O kadar içine giriyorsunuz ki filmin, arkasından yetişip arabaya siz de omuz atmak istiyorsunuz.

Film iyi bir gelecekte geçmiyor, tam olarak kötü bir gelecekte de geçmiyor, kafası karışmış bir gelecekte geçiyor (belki de bu yüzden bu kadar sevdim ben bu filmi  ) Umudun kalmadığına sizi de inandırdığı anda aslında umut olduğunu görerek heyecanlanıyorsunuz.

Beş kişilik bir arabada bütün koltuklarda bir yolcunun oturduğu, yaklaşık beş dakika süren ve tek planda çekilen bir sahne var mesela, kamera arabanın içinde 360 derece dönüp herkesin paniğini gösteriyor. Araba geri geri kaçıyor. Herkes çığlık çığlığa ve siz de o arabanın içindesiniz o anda, onlarla birlikte hayatınızı kurtarmaya uğraşıyorsunuz.

Filmin Clive Owen haricindeki diğer iki başrol oyuncusu ise (yengeniz) Julianne Moore ve (üvey babam) Michael Caine. Ama ilki filmin 27. ikincisi ise 56. dakikasında vurulup ölüveriyorlar. Hele Macit Caine’nin öldüğü sahne var ki, sadeliği ve müthiş çarpıcılığıyla hayal kurmayı meslek haline getirmiş beni kıskançlıklara garkediyor.

Ortada göze sokulan bir gelecek tasarımı yok, bir kahramanlık destanı yok, zaten böyle bir destanı yazacak bir kahraman da yok.

Onsekiz yıldır bütün dünyada tek bir çocuk bile dünyaya gelmemiştir, insanlık gittikçe büyüyen bir kaosun içine sürüklenmektedir, en hayati içgüdümüz, soyun devamını sağlama sorumluluğumuz elimizden alınmıştır, insan ırkı en fazla yüz yıl içinde yeryüzünden silinecektir.

Kimsenin bilmediği şey ise bir kadının, hem de yattığı adamların yüzlerini bile hatırlamayan bir kadının hamile olduğudur. Clive bebeğin babasının kim olduğunu sorduğunda bakire olduğunu söylerek mitle dalga geçen bir kadındır bu, zenci bir kadındır, eğitimsiz bir kadındır. Ama dünya üzerinde rahminde bir bebek taşıyan tek kadındır. 18 yıldır kimsenin bebek ağlaması duymadığı bir dünyada hamiledir. Gördüğünüz gibi ben bile konusunu anlatırken coşuyorum. Ama film coşmuyor, o kadar sıradan bir şeymiş gibi anlatıyor ki bu cümlenin üzerine kurulan bir hikayeyi, büyüyor da büyüyor. En beğendiğim bilim-kurgu filmleri sıralamasında bir anda gelip “2001”in tahtının yanına bir gazoz sandığı atarak oturuveriyor.

Sonuç olarak “Children of Men” nam filmi mutlaka görünüz diyerek bitirmek isterim ben.

Yorumlar

an(ı)lık dedi ki…
hakıkaten de öyle bir coşkuyla anlatılmışsın ki en kısa sürede izleme isteği uyandı :)
ve de ..aklı karişmış bir gelecek süper bir tanımlama olmuş...
Gökhan dedi ki…
bayinizden ısrarla isteyiniz diyorum ben. öte yandan bu kadar övülen filmlerin sonu hep aynıdır. ben o kadar beğenmedim valla der övgünün gazına gelen kişi. o yüzden biraz kötüleyeyim filmi ben. o kadar da iyi diildi canım. yani iyiydi de... deermişim
an(ı)lık dedi ki…
efendım sevgili bayim ısrarlarıma dayanamadı:)dün aksam yalnız ben değil tüm ev ahalisi filmi izledik(kesinlike bir zorlama söz konusu değil)ve herkesten tam puan aldığını belirtmek isterim..filmin sonunda hepimiz koltuklara yapışmış n'olduk biz yawww pozisyonlarındaydık:))tesekkürlerrr..
Gökhan dedi ki…
Aa! Valla filmi kendim çekmiş gibi sevindim şimdi. İyi film canım! :) Bu arada gene DVD'ye yeni düşen Pursuit of Happiness'i de tavsiye ederim. Will Smith başrolde, o da güzel bir film gerçekten

Bu blogdaki popüler yayınlar

DEVRİM YAPACAADIK DA BİZİ BU İNTERNET BİTİRDİ

bu foto sadece erkek veya lezbiyen veya biseksüel okuyucunun dikkatini yazıya çekmek için konmuştur. Görsel meta tüketimi de insanda "çünkü ben buna değerim!" duygusu yaratıyor. "Koçum benim! Bunların hepsi sana vermek istiyor! Bak nasıl da sıraya girmişler" Son bir kaç gündür tuvalet kitabım Fransa'da 68'de neler olduğunu anlatan, unuttuğum adı da bu minvalde bir şey olan bir kitap. Ondan önce de Vietnam Savaşı'nı okuyordum. Benim için sanıyorum tuvalet aynı zamanda bir okuma mabedi haline gelmiş durumda. Tuvalet dışında okuyamıyorum. İşteki tuvalette ayrı kitap evdekinde ayrı kitap okuyorum. İşteki tercihlerim genelde kafa dağlamayan Amerikan romanları. Bir yandan Gore Vidal'in Düello'sunu bir yandan da Mario Puzo'nun Omerta'sını okuyorum işte. Evde ise genelde araştırma kitaplarından daha fazlasını almıyor kafam. Bazen sırf kitap okumak için çişim olduğu halde takılıyorum tuvalette. Evet manyağım belki, ama sanırım dış dünyanın t

"Makinalaşmak İstiyorum" Şiiri Üzerine

Virgillius'un şu yazısını okuduktan sonra bir cevaba girişip yorum kısmına koyacak oldum. Fekat yorumun limitlerinin almayacağı bir yazıya dönüştüğü için yazacaklarım, buraya almaya uygun görmüş bulunmaktayım efenim. Üstat hazır sen yokken meydanı boş bulup atıp tutayım biraz. “Makinalaşmak İstiyorum” şiiri Nazım Hikmet'in şiirinin gelişme döneminde denediği Fütürist akım dahilindeki bir iki şiirinden birisidir. Fütürist akım İtalya'da Marinetti tarafından başlatılmış daha sonra özellikle Rusya'da faşizme olan açık desteği paranteze alınarak geçmişe dair herşeyi reddeden cesur tavrı öne çıkarılarak Mayakovski ve Hlebnikov tarafından uygulanmıştır. Mayakovski'nin şiirinin bu kadar sert, açık ve kavgacı olmasının sebebi şairin manyak bakan gözleriyle birlikte bu akımdır. Nazım Hikmet'in KUTV'da eğitim görürken okuduğu ve çarpıldığı bu şiir biçimine öykünerek yazdığı bir şiirdir “Makinalaşmak İstiyorum” Biçimsel olarak oldukça özel bir yer tutar Türk şii

Aklıma Takılanlar

Kışın kafelerde, metrolarda filan bir kere bile kitap okuduğunu görmediğim yurdum burcuva kızı neden güneşlenirken kitabına gömülür? Ben biliyom nedenini de, ayıp değil mi güneşin altında kavrulan o zavallı kitabın yapraklarına be güzel ablam ama ya!