Ana içeriğe atla

YAKTIN BİZİ NURİ BİLGE!

Ben Nuri Bilge Ceylan'ın sadece bir filmini sinemada seyrettim. Mayıs Sıkıntısıydı. İkinci yarının ortasında “herhalde bitti” diyerek kıçımı koltuktan hafifçe sıyırdım. Ama film bitmemişti. Bir on dakika sonra yine bir hareketlendim ama film gene bitmemişti. Bir filmi bitirmeden çıkmayı hiç sevmem. Yıllar önce festivalde, arka arkaya üç saatlik iki seansta, bir insan evladının çekebileceği en sıkıcı Jean d’Arc filmini seyretmiştim, inatla, sonuna kadar. Ondan sonra da bir arkadaşımla karşılaştım İstiklal Caddesi’nde, yanlış hatırlamıyorsam Son Metro’ya fazla bileti vardı. Oturdum bir de üstüne onu seyrettim. Ama o kadar saatlik beyin tecavüzü sonucu olsa gerek Son Metro’dan hiçbir şey hatırlamıyorum doğru dürüst.

En sonunda Mayıs Sıkıntısı bittiğinde, İvan Drago’yu yıkmış Raki Balboa gibi hissediyordum kendimi. Tabi sonra çok dedim kendime, delimiskti seni evladım çıksaydın ya filmden diye ama nafile. Ben daha bu sene başladım tabağımda yemek bırakmaya kardeşim! Bir filmi yarısında bırakıp çıkmam da herhalde bir on seneyi bulur. Mayıs Sıkıntısı’ndan çıktıktan sonra uzun uzun düşündüm. İnsan niye bu kadar sıkıcı bir film çeker diye. Sonra Nuri Bilge’nin hayali kafama vurdu. “Adına bak salak!” diyerek. Film sıkıcı değil aslında. Konu sıkıntı. Mesele o zaman aklıma yattı işte.

Yıllar önce film festivalinin en dandik filmleri bile bir şekilde allayıp pullamayı beceren kitapçığında adını hatırlamadığım bir yönetmenin filmleri hakkında yaptığı bir yorumu okumuştum. Aşağı yukarı şöyle diyordu adam: “Ben insanların filmimi seyrederken göz yaşı dökmelerini ya da gülmelerini amaçlamıyorum. İğrenmelerini hatta mümkünse seyrederken kusmalarını bekliyorum”. Bu bir bakış açısıdır. Sanat yapılırken fena halde öznel bir şeydir. Bir iç amacı vardır. Fakat bittikten sonra (aklıma Uykusuzdan bir köşe geldi, klişe dövenler. “Sanat eseri hiçbir zaman tam olarak bitmez” lafını kullananları da orda dövsünler lütfen. Ki geçen gün Selim İleri bir radyo programında söyledi, ondan başlanabilir) sergilenme aşamasına geldiğinde bu sefer de alıcı tarafından fena halde öznel bir şey haline gelir. Şimdi bu bahsettiğim iğrenç-film-yapar-yönetmenin filmlerini seyrederken biz her şeye-kadir-herşeyi-bilir-herşeyden-anlar Türk seyircisinin tepkisi “Ay ne kadar iğrenç bir film yapmış! Iykk!” olarak gelişir. O filmi es kaza izlediysen adamın adını bir kenara yazarsın bir daha da filmini izlemezsin.

Nuri Bilge’nin filmleri müthiş sıkıcıdır. “Ben o adamın filmlerine katlanamıyorum” diyorsan oturmazsın filmin başına ve izlemezsin. Ama aynı zamanda, elin oğlu ahan da bu bir sanat eseridir diyerek pisuarı sergiye koyduğunda da “Aman Allahım! İşte sanatta devrim yapan bir eser!” de dememek gerekir.

Mayıs Sıkıntısı’nı seyredip ilk şoku atlattıktan sonra bütün sıkıntısına rağmen niye o filmi sonuna kadar izlediğimi, ayrıca onunla kalmayı arkasından Kasaba’yı da patlattığımı düşünüce aklıma gelen ilk şey şu oldu. Ben kıyısından köşesinden de olsa kasaba sıkıntısının ne olduğunu biliyorum. O adamın o iki filmde anlatmak istediği, hayatının bir döneminde yaşadığı şeyi ben de yaşadım. Anne tarafından da baba tarafından da köklerim kasabadan geliyor benim Bir taraf Mut, diğer taraf Dinar. On yaşlarındaydım bir sömestr tatilinde halamların yanına Dinar’a gitmiştim. Hayatımda bu kadar çok sıkıldığım bir tatil hatırlamıyorum. Arıza çıkardım, ağladım, bağırdım, halamın kocası sırf başka ne yapılabileceğini bilmediğinden susturmak için bana vurdu. Çıktım evden hemen karşıdaki otogara gittim ve İzmir otobüsünü beklemeye başladım. Dünyanın en sıkıcı yerinden olabildiğince hızlı kaçmaya çalışıyordum. Mut’a her gidişimde orada yaşayan insanların orada nasıl yaşayabildiğine hala hayret ederim. Kasaba zamanın yavaşladığı bir yerdir çünkü. Zaman hızlanırsa kasaba da hızlanır ve şehir olur zaten. Çorlu eksi bir kasabadır, Tekirdağ’ın bir ilçesidir sözde, ama enerjisi ve hızı Tekirdağ’ı çoktan geçmiştir. Orası bir şehirdir artık.

Ama Nuri Bilge’nin kasabası Mut ve Dinar gibi bir kasaba. Ben öyle bir kasabada büyümedim. Ama o duyguyu anlayacak kadar uzun süre geçirdim kasabalarda. O yüzden Mayıs Sıkıntısı’nın ve Kasaba’nın sıkıntısı bana yabancı değil. Ben o sıkıntıyı film yapar mıydım? Hayır. Nuri Bilge seyredenleri iğrendirmek isteyen yönetmen gibi seyredenlerin o sıkıntıyı yaşamasını mı istedi, evet.

Sonra sıra şehre geldi. Kasabada büyüyen adam, ruhunu kasabanın sıkıntısı içinde büyüten adam şehirde iflah olur mu sorusunun cevabını verdi Uzak ve İklimler. Bu adam ne insanlarla ilişkilerinde ne de kadın-erkek ilişkilerinde iflah olmaz. Kasaba adamı yalnız olmaya iter. Ama öyle böyle bir yalnızlık değildir bu. “Hiç arkadaşım yok allahım ne kadar yalnızım!” bu yalnızlığın yanında sadece şımarıklık olarak kalır. O yüzden çoğu zaman susar Nuri Bilge’nin şehirde yaşayan içi kasabalı kalmış kahramanları. Söyleyecek çok şeyleri olduğu halde susmazlar, söyleyecek bir şeyleri olmadığı için susarlar. Konuşmak onların hayat pratiklerinde çok fazla yer tutmaz çünkü. Bir yerde durup uzağa bakmak konuşmaktan daha hayatidir onlar için.

Şimdi iki filmde Nuri Bilge Nazım’ın sözünü haksız çıkarmayıp kelamın topraktan gelirse, kökünü bulursa boşlukta çürümeyeceğini gösterdi bize. Kendi iç yolculuğunun ilk kısmını, -samimi demeyeceğim çünkü artık boku çıkmış bir laf bu ama- dürüst bir şekilde gözlerimizin önüne serdi. Ki bir kasabalının bu kadar çıplanmasının da ne kadar zor olduğunu tahmin etmek bile güç. Sonraki iki filmde kasabadan okuyup büyük adam olmak için şehre gelen, şehir üstüne üstüne gelince de içine kapanan adamın hikayesini seyrettik. Şimdi Üç Maymun’da neler olacak, konusunu dahi bilmeden merak ediyorum ben

Ben hala Nuri Bilge’nin filmlerini seyrederken sıkılıyorum. Eskisi kadar değil ama gene de sıkılıyorum. Çünkü her ne kadar anlattığı sıkıntıyı anlasam da benim iç enerjim o durağanlığı kaldırmıyor. Ama seyretmeden de duramıyorum. Çünkü bir yandan da meditatif bir etkisi var bu adamın filmlerinin. Hem de kesinlikle didaktik olmadan yapıyor bunu. Durduruyor insanı. İstesen de istemesen de durduruyor. Uzak’ın ilk karesini hatırlayın. Dakikalar süren o ilk kareyi. Dışarıda akıp giden hayat umurumda değil arkadaşım. Şu anda bu filmi seyrediyorsun ve bu filmin zamanı dışarıdakinden yavaş. Seyretmek istemiyorsan hemen salondan çıkabilirsin. Ama seyredeceksen benim zamanımı seyredeceksin. İlk önce tepki gösteriyor insan.

Ulan bir ipek böceğinin ağaç üstünde yürüyüşünü niye seyrediyorum ben! Tamam anladık abi! İpek böceği yürüyor. Evet hala yürüyor. Yaprağın üstündeki damarları gördüm. İpek böceği hala yürüyor. Arkadan vuran güneş yaprağın üstünde ne güzel oynuyor. İpek böceği hala yürüyor. İpek böceği olarak gelmek vardı anasını satıyim bu dünyaya… peki benim ne farkım var bir ipek böceğinden? O yaprak yiyor, ben yaprak sarması… o dokuz-beş mesai yapmıyor ama ben yapıyorum. Neden ben yapıyorum? Mesai mantıklı bi şey mi ki? Diil. Çalışmanın neresi mantıklı ki? İnsan haricinde çalışan bir hayvan yok ki zaten. Diğerleri karınlarını doyuruyor sadece. Karınca çalışıyormuş da Ağustos Böceği saz çalıyormuş! Hep Lafontenin bok yemesi onlar. Kapitalizmin bir numaralı masalcısı. Çalışın ki çark dönsün. İpek böceği hala yürüyor. Ben galiba erdim. Omm.. Ommm… Ommmm….

Life is what happens when you're busy making plans. Sıradaki gelsin. Üniversiteyi bitirene kadar itelerler seni. Üniversite bittikten sonra sen kendini itelemeye başlarsın. Hemen bir işe girmem lazım, para kazanmam lazım, evet girdik işe kazanmaya başladık. Aaa herkesin bir erkek/kız arkadaşı var benim de olması lazım, evet onu da yaptık. Benim askere gitmem lazım ki daha sağlam bir işe giriyim. Evet ben gittim. Ben de kadın kişi olarak o arada mastır yaptım, ya da daha iyi bir işe girdim. Evet askerden döndüm şimdi evlenmem lazım. Evet bunu da yaptık evlendim. Sıradaki gelsin. Evet o da geldi. Sıradaki, evet. Sıradaki… Sıradaki…

Gündelik hayatımızı bile “sıradaki” yapacaklarımızı düşünerek ve yaparak yaşarken Nuri Bilge’nin sinemasından sıkılmamamız nasıl mümkün olabilir ki zaten. Evet kızı gördük, sıradaki, şimdi oğlanı gördük, sıradaki, oğlan kıza çarptı, sıradaki, kız gülümsedi hah demek ki aşık olacaklar birbirlerine, sıradaki, hah, aşık olacakken bir arıza çıkacak, sıradaki, ona rağmen kavuşacaklar, sıradaki, filmi mutlu bitecek. Aha da zaten bitti. Ben biliyordum.

Adam oturmuş, rüzgarda sallanan buğdayların arasındaki anasını ve babasını çekmiş. Seyrederken, evet şimdi buğdayların arasından bir yılan çıkacak, sıradaki… Ana çıkmadı! O zaman adama yıldırım çarpacak, sıradaki… Ana çarpmadı! Buldum kadın şimdi kalp krizi geçirecek, sıradaki… E ananıskiym! Bi bok olmuyo!

Sakin ol koçum. “Sıradaki”ne takılma. Sen sadece izle. Sen izlerken ben yapacağımı yapacağım zaten.

Ve Ommmm…

Son bir söz de elbette ödülü alırken yaptığı konuşma hakkında edilmeli. Bir kere kendi iç duygumdan bahsedeyim. Şon Pen adını okuyamayıp “Nurüe Büge Ceyo” gibi bir şeyler söylediği andan, Nuri Bilge sahneden çekilene kadar kelimenin tam anlamıyla hayatımdan tiksindim. Müthiş kıskandım, bir yandan da müthiş bir gurur duydum, bana ve Hürriyet gazetesine ne oluyorsa?

Ama o teşekkür konuşması yok mu... Öyle bir kelime etti ki orda Nuri Bilge Ceylan, gözü kapalı buldu ciğerimizi, kor olmuş şişi soktu, dağladı.

“YALNIZ”

Hepimiz son derece nefret ettiğimiz bu güzel ülkeyi Nuri Bilge Ceylan kadar büyük bir tutkuyla da seviyoruz. Ama yalnız… O kadar koydu ki bana ve sanırım hepimize bu laf.

“Baba! Benim ülkem nasıl bir ülkeydi baba?”
“Senin ülken bir yalnızdı yavrum…”

Kendi adıma bu ülkeyi düşünürken böğrümün orta yerinde oluşan o sıkıntının adını koymak için yıllardır kelimeler, cümleler yazdım yazdım sildim. Adam bir tek yalnız kelimesiyle taşı gediğine oturttu beni de hüngür hüngür ağlattı.

Ne diyeyim şu yalnız ülkenin çocuklarını yaktın be Nuri Bilge.

Yorumlar

polente dedi ki…
Ben de günlerdir, akışından sıkılmasam da, sırf diyalogların yapaylığından ötürü katlanamadığım bu filmleri bir defa daha izlemek için nedene ihtiyaç duyuyordum.
Bu 'sıkıcılık' bakış açısı tutunmak için iyi bir dal oldu.

Israrla anlamadığım bu kadar cuk ve tek kelime ile ülkeni tarif et deseler daha iyisi ile tarif edilemeyecek bir laf eden adam, filmlerinde neden bu kadar kötü diyaloglar kullanıyor.

tekrar izleyeyim gene yazarım.
Gökhan dedi ki…
Diyaloglara takılma bence. Konuşmayla işi yok o adamın, konuşmayı bir iletişim biçimi değil de işleri güçleştiren bir şey olarak görüyor sanki.
Borsalino dedi ki…
Resim evet. Kareler evet. Fotoğraf evet. Sıkıcı mı? Dibine kadar. Bunaltıcı mı? Kesinlikle. Peki bir yönetmen bakışı var mı? Evet var. Kendine özgü mü? Kesinlikle. Ben hoşlanmıyorum o ayrı. Karın içindeki adamın on beş dakikada kameranın önüne gelmesini sevmiyorum ben. Anneyle baba buğday tarlasında boş boş oturuyorlarsa ve otların içinden yılan ya da kene çıkmıyorsa, yine sıkılıyorum ben. Diyaloglar kötü mü? Fecii. Ama yalnız mıyız? Dibine kadar. İyi yönetmen mi? Evet. O cümle hepimize koydu mu? Evet.
Talisman dedi ki…
Hüüüü çok güzel yazı olmuş üühühühühü.. Ağlamak istedim..
Bir de Oblomov aklıma geldi, Oblomov da o durağanlık ve atalet süper anlatılıyor.
Gökhan dedi ki…
bir fırsat bulsam hazırlıklarını yaptığım "yalnız ülkenin çocukları" başlıklı bir yazı yazacam talisman, sen o zaman gör ağlamayı.
Oblomov'da biraz farklı bir durum vardı yalnız. Oblomov "şu yataktan bir kalkabilsem neler yapıcam!" der ama o yataktan asla kalkamaz. Nuri Bilge'nin filmleri, (karakterleri demiyorum, çünkü bence çok derinlikli bir karakter çalışması yapmıyor, polenteye diyaloglara takılma dediğim gibi karakterlere de takılma diyebilirim)"şu yataktan bir kalkabilsem neler yapıcam" demez asla. Oblomov kendinden memnun değildir ama kendini nasıl değiştirebileceğine dair bilgisi ve kendini değiştirebilecek takati yoktur. Nuri Bilge'nin adamlarının ise kendini değiştirmek skinde bile değildir.

Bu arada bunu yazarken dehşetle bir şey farkettim. Sinema tarihine geçmiş bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az yönetmen vardır ki, iyi bir sinema seyircisine bir filminden bir kare göstersen onun çektiğini söyler. Fellini ve Kurosawa benim için bunların önde gidenleridir. Şimdi acı içinde sizlere soruyorum herhangi bir NBC filminin bir karesini görseniz bu bir NBC filmi der misiniz demez misiniz? Ben derim. Allahım bu çok güzel ama bir yandan da o kadar acı ki.

Bu arada çok daha acı bir şey var. O da şu. Gene Polente ile yaptığımız yorumlaşma üzerinden yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki bu adam tamamen kendine ait bir film biçimi geliştirmiş durumda.

Son dönemde izlediğimiz bir çok filmi, oyunculuk, kamera, ışık, reji, senaryo, hikaye, diyalog, karakter kurulumu bok püsür yönünden eleştirebiliyoruz

Bu aslında teşbihte hata olmaz, herkesin yapabildiği bir yemeği bir de başkasından yemek gibi. Yani atıyorum ilk defa gittiğimiz bir restoranda pilav yemek gibi. Pirinci az pişmiş, pirinci kırılmış, fazla haşlanmış-lapa olmuş, yağı fazla, tuzu az. Çünkü ideal pilavın ne olduğunu biliyoruz. "Baba" filmi benim için mesela ideal bir pilavdır. Borsalino için bu "Love Actually" ya da "Paris Je t'aime" olabilir. Şimdi bu pilavları yedikten sonra karşına gelen bütün pilavları eleştirebilme şansına sahip oluyorsun.

İşin dehşet verici tarafı şu ki NBC benim önüme bir tabak yemek koydu. Bu pilav değil, ne olduğu da belli değil. Yeni bir yemek, tadı nasıl? Karışık. Adını koyabiliyor muyum? Hayır. Sevdim mi? Onu da tam bilemedim. Bir yandan sevdim ama bir yandan da çiğnemesi zor, bir daha yer miyim? Yerim. Niye bir daha yerim? İşte onu hiç bilmiyorum. Son zamanlarda hiç böyle yeni bir şey yedim mi? Hayır.

Çok acı olan bu işte. Diyaloglarını eleştirebilirsin, karakter kurulumunu eleştirebilirsin ama sonunda eleştirilerinin hepsi boşa gider. Çünkü bu film diyaloglarına, oyunculuklarına ya da resim seçimine ayırabileceğin bir film değil. Çünkü bu yeni bir film biçimi. Ve allah kahretsin ki tam bir film biçimi. Analiz etmek için parçalara böldüğünde filmi kaybediyorsun, organik! Tam anlamıyla organik. İncelemek için bir vücudu parçaladığında elinde böbrek, dalak, çük kalır ve onlar teker teker bir vücut etmez. Bu filmler de öyle işte. Allah Kahretsin! Allah Kahretsin!
tgw dedi ki…
Her şeyin çok ama çok fazlasıyla birbirinin içine girdiği, karıştığı, 2000'li yıllar dünyasından ve Türkiye'sinden böyle bir adamın çıkması, çok da dile getirilmeyen bir mucize adeta.
Hayatlarımızla ilgili en küçük kararları verirken bile, fazlasıyla alternatif olması, bir tür bombardırman altında olmamız hasebiyle, kafamızı bir türlü netleştiremiyoruz. Kararlar alıp, onları yakın geçmişimizde bir yerlerde unutuyoruz. Hiçbirimiz bir türlü "beceremiyor" ya da "olamıyoruz".
İyi kötü sinema üzerine kafa yoran, bir film dili geliştirmenin zorluğu üzerine düşünen biri olarak ; NBC'nin önünde saygıyla eğilmekten başka bir şey yapamıyorum.
Saygıyla eğilmişken aklımdan hep aynı şey geçiyor; Ulan nasıl olabilir ya! Be adam sen nasıl aynı yönde giden, hiç şüpheye düşmediğin bir hayat sürüyorsun ki, bize her filminde bunu göstermeyi başarıyorsun. Ben ayakkabı seçemezken, sen bütün o resimleri, yapıyı nasıl bu kadar netliyebiliyorsun kafanda. Nasıl bu kadar bilebiliyorsun ne yapmak istediğini!!!
tgw dedi ki…
banyoya yaparken en önemli soru geldi aklıma :) Sen nasıl bir sur çekip, nasıl bir kale inşaa ettin ki kafana, bildiğimiz anlatım biçimlerinden, film trüklerinden hiçbiri sızamadı oraya?! vay amınım...
Gökhan dedi ki…
Anılcan bu sanıyorum yalnız olma haliyle de çok alakalı. Adamın etrafına yalnızlıktan örülmüş bir kale var!
Anti-Klişe timi yakalamadan kaçayım buralardan!

Bu blogdaki popüler yayınlar

DEVRİM YAPACAADIK DA BİZİ BU İNTERNET BİTİRDİ

bu foto sadece erkek veya lezbiyen veya biseksüel okuyucunun dikkatini yazıya çekmek için konmuştur. Görsel meta tüketimi de insanda "çünkü ben buna değerim!" duygusu yaratıyor. "Koçum benim! Bunların hepsi sana vermek istiyor! Bak nasıl da sıraya girmişler" Son bir kaç gündür tuvalet kitabım Fransa'da 68'de neler olduğunu anlatan, unuttuğum adı da bu minvalde bir şey olan bir kitap. Ondan önce de Vietnam Savaşı'nı okuyordum. Benim için sanıyorum tuvalet aynı zamanda bir okuma mabedi haline gelmiş durumda. Tuvalet dışında okuyamıyorum. İşteki tuvalette ayrı kitap evdekinde ayrı kitap okuyorum. İşteki tercihlerim genelde kafa dağlamayan Amerikan romanları. Bir yandan Gore Vidal'in Düello'sunu bir yandan da Mario Puzo'nun Omerta'sını okuyorum işte. Evde ise genelde araştırma kitaplarından daha fazlasını almıyor kafam. Bazen sırf kitap okumak için çişim olduğu halde takılıyorum tuvalette. Evet manyağım belki, ama sanırım dış dünyanın t

"Makinalaşmak İstiyorum" Şiiri Üzerine

Virgillius'un şu yazısını okuduktan sonra bir cevaba girişip yorum kısmına koyacak oldum. Fekat yorumun limitlerinin almayacağı bir yazıya dönüştüğü için yazacaklarım, buraya almaya uygun görmüş bulunmaktayım efenim. Üstat hazır sen yokken meydanı boş bulup atıp tutayım biraz. “Makinalaşmak İstiyorum” şiiri Nazım Hikmet'in şiirinin gelişme döneminde denediği Fütürist akım dahilindeki bir iki şiirinden birisidir. Fütürist akım İtalya'da Marinetti tarafından başlatılmış daha sonra özellikle Rusya'da faşizme olan açık desteği paranteze alınarak geçmişe dair herşeyi reddeden cesur tavrı öne çıkarılarak Mayakovski ve Hlebnikov tarafından uygulanmıştır. Mayakovski'nin şiirinin bu kadar sert, açık ve kavgacı olmasının sebebi şairin manyak bakan gözleriyle birlikte bu akımdır. Nazım Hikmet'in KUTV'da eğitim görürken okuduğu ve çarpıldığı bu şiir biçimine öykünerek yazdığı bir şiirdir “Makinalaşmak İstiyorum” Biçimsel olarak oldukça özel bir yer tutar Türk şii

Aklıma Takılanlar

Kışın kafelerde, metrolarda filan bir kere bile kitap okuduğunu görmediğim yurdum burcuva kızı neden güneşlenirken kitabına gömülür? Ben biliyom nedenini de, ayıp değil mi güneşin altında kavrulan o zavallı kitabın yapraklarına be güzel ablam ama ya!