Son Heviz yazısını yazdığım günden beri Viyana’dayım. O kadar çok sevdim ki bu şehri her şeyi bırakıp yerleşmeye karar verdim. Hayatımın geri kalanını Viyana’da geçireceğim. Viyanalılar da beni çok sevdiler. Onlarla birlikte Müzeler Bölgesindeki sosyalist-anarşist-sendikalist gösterilere katılıyorum. Kaçak göçmenlere kucak açmamız gerektiğini, onları geldikleri koşullara göndermenin insanlıkdışı olacağını bağırıyorum var gücümle. Avusturya polisi beni sevmiyor biliyorum ama yapacak bir şey yok, birilerinin Avrupa’da devrime katkıda bulunması gerekiyor. Her gün yürüyüşlerden sonra onlarla birlikte parti merkezine gidiyor bir iki buğday birası içtikten sonra masaların üzerinde uyuyorum. Eski zamanlarda, yaşı yetenler hatırlar “Bağlantısızlar” diye bir toplaşma vardı dünya ülkelerinde, ne Doğu Bloğu’na ne Kapitalist Bloğa bağlıydı bunlar. Ben de öyleyim işte şu anda. Bağlantısızım, mutluyum.
Viyana’da da, Paris’te ve Barselona’daki gibi belediyenin ana arterlere bıraktığı bisikletlere saati bir Euro’ya binmek mümkün. Üstelik bunlar daha da gevşemiş, sadece kredi kartıyla bisikleti yerinden sökebiliyorsun. Barselona ve Paris’te belediyeye gidip abone filan olmak gerektiği için dışarlıklılar (Zeki Müren’in bir filminde kullandığı laftır bu. Adam sorar “Oğlum İstanbullu musun?” Zeki Müren cevap verir “Hayır efendim, dışarlıklıyım”) da rahatlıkla bisiklet kullanabiliyorlar. Zaten şehrin büyük caddelerinde otomobiller için ayrı bisikletler için ayrı yollar var, herkes vızır vızır bisiklete biniyor. Budapeşte’nin aksine bu şehrin düz kısmı o kadar kolay bitmiyor bisikletle, gidiyorsun gidiyorsun, hala gitsen de şehrin bitmeyeceğini görünce geri dönüyorsun.
Parti merkezinden bisikletle kaldığım otelin önüne kadar gelebiliyorum ben de. Bütün gün enternasyonel söyledikten sonra yorgunluğumu, çakmağımı sürekli kaybettiğim için genç Türk garsonun “Do you have a lighter?” soruma “kibrit senin köpeğin olsun abim” cevabını verdiği kahvede bir melanj içerek gideriyorum. Çok güzel kızlar geçiyor önümden, güzel kızlar geçiyor önümden, çirkin kızlar arkamdan geçtikleri için onları görmüyorum. Hava cıvıl cıvıl, arada sertçe esip geçen rüzgar sıcağı unutturuveriyor kısa bir süre için de olsa. Gecenin on birinde ahali evlerine çekildiği için bir ıssızlaşma söz konusu. Bir kere de gecenin köründe gezeceğim bisikletle.
Oteli çalıştıran süper tatlı eski Doğu Alman-hala gizli komünist Hans Ditrih Genşer, patronundan gizli bana ayırdığı odanın anahtarını uzatıyor. “Herr Gökhan, gene sabaha kadar mum ışığında teori çalışmaları yapmayın gözleriniz bozulacak bu genç yaşınızda, üzülüyorum sizin için, açın ışığı” diyor. Avusturya gizli polisinin karşı pencereye son derece teknolojik sistemler kurduğunu, ampul ışığında bütün yazılarımı okuyabildiklerini, mum ışığında ise babayı aldıklarını anlatamıyorum ona. Senin iyiliğin için gözlerimi bozuyorum sevgili Hans Ditrih diyemiyorum. Sonra en son 1970’lerde dekore edilmiş odama çıkıyorum. Odayı hiç tepeden tırnağa temizlemedikleri için halının üzerindeki maytlar gözler görünebilir derecede büyümüş durumda, tırnağımın kenarından kopardığım parçaları ortalarına atıyorum, çocuklar gibi seviniyorlar.
Sabah çıkınca otelin dış duvarında bir gülle görünce faşistlerin saldırısına uğradığımızı düşünerek içeri atıyorum kendimi, lobideki masaları, koltukları ters çevirip camın önüne yığmaya başlıyorum, Ditrih gülerek kaldırıyor beni yerden, üzerimdeki maytları temizlerken, “Sakin ol yoldaş, o gülle sizinkilerden kalma” diyor. Viyana kuşatmasından kalma bir gülleymiş. Çıkarmamışlar yerinden. Yarısına kadar duvarın içinde gömülü. Bir de yanına Viyana belediyesi kuşatmanın 300. yılında “Vay be! Bizimkiler neler atlatmış anasını satayım!” dercesine bir yazı kazıtmış.
Öğleden sonra bilinçlendirme çalışmaları yapmak için Tuna nehrinin kenarındaki kafelere iniyorum bisikletle. Her kafe kendisine ufak bir beach yapmış, şezlonglarda güneşlenen güzel Viyanalı kızları görünce yemişim bilinçlenmesini diyerek atıyorum elimdeki broşürleri nehre, balıklar bilinçlensin anasını satayım! Millet kendini Bodrum sahilinde zannediyor burada, şezlongların arasındaki sehpalarda elli beş ayrı çeşit bira duruyor. Sohbet muhabbet gırla, nehrin üstündeki mavnalardan birini havuza çevirmişler, nehrin üstündeki havuzda yüzen insanları görüyorum, içim gidiyor. Ablaların yanına oturup sosyalizm tartışması yapmanın bir manası yok, onlarla bira içip dili dile değdirerek Almanca öğrenmek lazım. Biraz ileride çınar ağacının altına konuşlanmış bir ayaküstüyemekçi var bisikletimi parkedip veriyorum kendimi patates kızartmasına, würz’e, biraya. Akşam da gidip şinitzel yiyorum bir köşe lokantasında. Gene güzel kızlar, hefe vayzen’in yani buğday birasının dibine vuruyorum kendimden geçerek. Sırf bu şnitzel denen yiyecek yüzünden benim ve diğer tüm turistlerin Viyana’nın merkezi olarak atadıkları Stephanplatz’da “Ben de Avusturyalıyııııım! Kahrolsun Çiğ Köfteaaaa! Yaşasın Şnitzel ulaaan!” diye bağırabilirim. Bir de üstüne peynirli strudel yiyorum ki, yanındaki çilek sosuyla birlikte of diyorum, of! Almanca fonetik olarak kaba bir dildir ya hani, nedense bu adamlar Almanca konuşmuyorlar, daha zarif bir dil konuşuyorlar, şnitzelleri bu kadar güzel olduğu için olabilir mi acaba?
Ahir ömrümde üç tane Klimt tablosu gördüm ya ölsem de gam yemem gayrı. Gerçi benim hasta olduklarım “Öpücük” ve “Judith” tablolarıdır, onlar yoktu ama olsun bu da yeter. Öte yandan bol bol Egon Şile (her nasıl yazılıyorsa ve yazdırılıyorsa) tetkik etmek fırsatı buluyorum Müzeler Bölgesinde ayağımın ağrısına rağmen girebildiğim adını unuttuğum müzede. Bir de üstüne bir Punk sergisi patlatıyorum. Vivian Westwood’un “Sex” adlı butikte satmak için hazırladığı tişörtleri tetkik ediyorum yakından. Punk’a sevgim artıyor. Aferin lan Punk diyorum, iyi ki sen bir dönem oldun, her ne kadar senin olduğun dönemde bizde fraksiyon çatışmaları nedeniyle bir “anarşi” yaşanmaktaysa da… Bak şimdi enteresan bir gözlem yaptım ben. Türkiye’de hep bizim 68’le Batı’da yaşanan 68 arasındaki 7 benzerlik ve 12 fark tartışılır ya, aslında bizim 78’le Batı’daki 78 arasında da 7 benzerlik ve 12 fark var kimsenin tartışmadığı.
Viyana Budapeşte’nin ablası gibi, çok isteyeni olmuş, çok yatıp kalktığı da olmuş ama ikisi de yaşlı, ikisi de sakin şehirler. Bu sakinliğin içinden Mozart nasıl çıkar gelir mesela, en ilk akla gelen örneğiyle? Hemen şu geliyor sonra insanın aklına, şehirler de insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. Viyana artık 50 yaşlarına varmış bir kadın gibi göründü gözüme. Ama onun da ergenlik çalkantıları, fırtınalı aşkları, hastalıkları olmuş. Ve bütün o büyük adamlar Viyana’nın o dönemlerinde vermişler o eserlerini, bugünkü Viyana’dan büyük adam çıkar mı? Bence çıkmaz, o kadar oturmuş, o kadar yerli yerindeki her şey. Çalkantısız, tıngır mıngır işliyor. Bugünün Paris’inden de çıkmıyor nitekim. Sular durulmuş. Vefa İstanbul’da bir semt, Mozart Viyana’da bir çikolata markası olmuş artık. Sokaklarda gezen onyedinci yüzyıl kıyafetli Türk ve Arap delikanlıları turistlere tur satmaya çalışıyorlar. Buralarda ortalık en son ikinci dünya savaşında dağılmış, öyle bir derleyip toplamışlar ki bir daha kimse dağıtmaya cesaret edememiş sanki.
Ama güzel mi? Çok güzel. Hem şehir. Hem kızlar. Ve tabi şnitzel...
Viyana’da da, Paris’te ve Barselona’daki gibi belediyenin ana arterlere bıraktığı bisikletlere saati bir Euro’ya binmek mümkün. Üstelik bunlar daha da gevşemiş, sadece kredi kartıyla bisikleti yerinden sökebiliyorsun. Barselona ve Paris’te belediyeye gidip abone filan olmak gerektiği için dışarlıklılar (Zeki Müren’in bir filminde kullandığı laftır bu. Adam sorar “Oğlum İstanbullu musun?” Zeki Müren cevap verir “Hayır efendim, dışarlıklıyım”) da rahatlıkla bisiklet kullanabiliyorlar. Zaten şehrin büyük caddelerinde otomobiller için ayrı bisikletler için ayrı yollar var, herkes vızır vızır bisiklete biniyor. Budapeşte’nin aksine bu şehrin düz kısmı o kadar kolay bitmiyor bisikletle, gidiyorsun gidiyorsun, hala gitsen de şehrin bitmeyeceğini görünce geri dönüyorsun.
Parti merkezinden bisikletle kaldığım otelin önüne kadar gelebiliyorum ben de. Bütün gün enternasyonel söyledikten sonra yorgunluğumu, çakmağımı sürekli kaybettiğim için genç Türk garsonun “Do you have a lighter?” soruma “kibrit senin köpeğin olsun abim” cevabını verdiği kahvede bir melanj içerek gideriyorum. Çok güzel kızlar geçiyor önümden, güzel kızlar geçiyor önümden, çirkin kızlar arkamdan geçtikleri için onları görmüyorum. Hava cıvıl cıvıl, arada sertçe esip geçen rüzgar sıcağı unutturuveriyor kısa bir süre için de olsa. Gecenin on birinde ahali evlerine çekildiği için bir ıssızlaşma söz konusu. Bir kere de gecenin köründe gezeceğim bisikletle.
Oteli çalıştıran süper tatlı eski Doğu Alman-hala gizli komünist Hans Ditrih Genşer, patronundan gizli bana ayırdığı odanın anahtarını uzatıyor. “Herr Gökhan, gene sabaha kadar mum ışığında teori çalışmaları yapmayın gözleriniz bozulacak bu genç yaşınızda, üzülüyorum sizin için, açın ışığı” diyor. Avusturya gizli polisinin karşı pencereye son derece teknolojik sistemler kurduğunu, ampul ışığında bütün yazılarımı okuyabildiklerini, mum ışığında ise babayı aldıklarını anlatamıyorum ona. Senin iyiliğin için gözlerimi bozuyorum sevgili Hans Ditrih diyemiyorum. Sonra en son 1970’lerde dekore edilmiş odama çıkıyorum. Odayı hiç tepeden tırnağa temizlemedikleri için halının üzerindeki maytlar gözler görünebilir derecede büyümüş durumda, tırnağımın kenarından kopardığım parçaları ortalarına atıyorum, çocuklar gibi seviniyorlar.
Sabah çıkınca otelin dış duvarında bir gülle görünce faşistlerin saldırısına uğradığımızı düşünerek içeri atıyorum kendimi, lobideki masaları, koltukları ters çevirip camın önüne yığmaya başlıyorum, Ditrih gülerek kaldırıyor beni yerden, üzerimdeki maytları temizlerken, “Sakin ol yoldaş, o gülle sizinkilerden kalma” diyor. Viyana kuşatmasından kalma bir gülleymiş. Çıkarmamışlar yerinden. Yarısına kadar duvarın içinde gömülü. Bir de yanına Viyana belediyesi kuşatmanın 300. yılında “Vay be! Bizimkiler neler atlatmış anasını satayım!” dercesine bir yazı kazıtmış.
Öğleden sonra bilinçlendirme çalışmaları yapmak için Tuna nehrinin kenarındaki kafelere iniyorum bisikletle. Her kafe kendisine ufak bir beach yapmış, şezlonglarda güneşlenen güzel Viyanalı kızları görünce yemişim bilinçlenmesini diyerek atıyorum elimdeki broşürleri nehre, balıklar bilinçlensin anasını satayım! Millet kendini Bodrum sahilinde zannediyor burada, şezlongların arasındaki sehpalarda elli beş ayrı çeşit bira duruyor. Sohbet muhabbet gırla, nehrin üstündeki mavnalardan birini havuza çevirmişler, nehrin üstündeki havuzda yüzen insanları görüyorum, içim gidiyor. Ablaların yanına oturup sosyalizm tartışması yapmanın bir manası yok, onlarla bira içip dili dile değdirerek Almanca öğrenmek lazım. Biraz ileride çınar ağacının altına konuşlanmış bir ayaküstüyemekçi var bisikletimi parkedip veriyorum kendimi patates kızartmasına, würz’e, biraya. Akşam da gidip şinitzel yiyorum bir köşe lokantasında. Gene güzel kızlar, hefe vayzen’in yani buğday birasının dibine vuruyorum kendimden geçerek. Sırf bu şnitzel denen yiyecek yüzünden benim ve diğer tüm turistlerin Viyana’nın merkezi olarak atadıkları Stephanplatz’da “Ben de Avusturyalıyııııım! Kahrolsun Çiğ Köfteaaaa! Yaşasın Şnitzel ulaaan!” diye bağırabilirim. Bir de üstüne peynirli strudel yiyorum ki, yanındaki çilek sosuyla birlikte of diyorum, of! Almanca fonetik olarak kaba bir dildir ya hani, nedense bu adamlar Almanca konuşmuyorlar, daha zarif bir dil konuşuyorlar, şnitzelleri bu kadar güzel olduğu için olabilir mi acaba?
Ahir ömrümde üç tane Klimt tablosu gördüm ya ölsem de gam yemem gayrı. Gerçi benim hasta olduklarım “Öpücük” ve “Judith” tablolarıdır, onlar yoktu ama olsun bu da yeter. Öte yandan bol bol Egon Şile (her nasıl yazılıyorsa ve yazdırılıyorsa) tetkik etmek fırsatı buluyorum Müzeler Bölgesinde ayağımın ağrısına rağmen girebildiğim adını unuttuğum müzede. Bir de üstüne bir Punk sergisi patlatıyorum. Vivian Westwood’un “Sex” adlı butikte satmak için hazırladığı tişörtleri tetkik ediyorum yakından. Punk’a sevgim artıyor. Aferin lan Punk diyorum, iyi ki sen bir dönem oldun, her ne kadar senin olduğun dönemde bizde fraksiyon çatışmaları nedeniyle bir “anarşi” yaşanmaktaysa da… Bak şimdi enteresan bir gözlem yaptım ben. Türkiye’de hep bizim 68’le Batı’da yaşanan 68 arasındaki 7 benzerlik ve 12 fark tartışılır ya, aslında bizim 78’le Batı’daki 78 arasında da 7 benzerlik ve 12 fark var kimsenin tartışmadığı.
Viyana Budapeşte’nin ablası gibi, çok isteyeni olmuş, çok yatıp kalktığı da olmuş ama ikisi de yaşlı, ikisi de sakin şehirler. Bu sakinliğin içinden Mozart nasıl çıkar gelir mesela, en ilk akla gelen örneğiyle? Hemen şu geliyor sonra insanın aklına, şehirler de insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. Viyana artık 50 yaşlarına varmış bir kadın gibi göründü gözüme. Ama onun da ergenlik çalkantıları, fırtınalı aşkları, hastalıkları olmuş. Ve bütün o büyük adamlar Viyana’nın o dönemlerinde vermişler o eserlerini, bugünkü Viyana’dan büyük adam çıkar mı? Bence çıkmaz, o kadar oturmuş, o kadar yerli yerindeki her şey. Çalkantısız, tıngır mıngır işliyor. Bugünün Paris’inden de çıkmıyor nitekim. Sular durulmuş. Vefa İstanbul’da bir semt, Mozart Viyana’da bir çikolata markası olmuş artık. Sokaklarda gezen onyedinci yüzyıl kıyafetli Türk ve Arap delikanlıları turistlere tur satmaya çalışıyorlar. Buralarda ortalık en son ikinci dünya savaşında dağılmış, öyle bir derleyip toplamışlar ki bir daha kimse dağıtmaya cesaret edememiş sanki.
Ama güzel mi? Çok güzel. Hem şehir. Hem kızlar. Ve tabi şnitzel...
Yorumlar
* frei:özgür; tod:ölüm
Bir de gördüğün 3 Klimt tablosu hangileriymiş merak ettim.
Yarın akşam kavuşuyoruz canlar! Geliyorum! Kızım, Kızım! Hev hev!
Mügü gördüğüm eserlers, "Avradın üç çağı", adını bilmediğim nefis bir göl resmi, bir de adını hatırlamadığım bir başka soylu avradın portresiydi gördüklerim. Şimdi internetten baktım ve acı içinde farkettim ki "Öpücük" de yakınlarımda bir yerdeymiş ama gitmemişem görmemişem. Demek ki bir kere daha gidilecekmiş Viyana'ya zaten iki güncük kaldık ben bir şey anlamadım
ama bu tanımlamadan sonra sen nereye koymak istiyorsan yinede koy çünkü bi bok anlaşılmıyor.
Hem önemli olan töz değil, tozdur. Pislik içinde oturulur mu hiç?
Bu arada anlatmak istediğim şey tam da senin yazdığındı Gregorcan