Ana içeriğe atla

Bu Yabancılaşma Bizi Nereye Götürür?

Mügü hanımın şu yazısını okuduktan sonra uzun zamandan beri yazmak istediğim bir şey olduğunu hatırladım: Ben bu ülkenin neresindeyim?

Geçen gece youtube jacker nam programın sayesinde uzun zamandan sonra ilk defa uzuuun bir youtube turu atabildim. Bir Türkiye manzarası seyrettim ki akıllar ziyan.

Uzun zamandan beri aklımın bir kenarında duran sorulardan biriydi Ankaralı türkücülerin kliplerinde şıkkıdı şıkkıdı oynayan kadınlar. Tahmin ettiğim gibi Ankara'nın, Sincan'ın pavyonlarındaki konsomatrisler. Ama Rus değiller, bildiğin yerli konsomasyon. Bu topraktan olmanın verdiği rahatlıkla oynuyorlar zaten, bir Rus balerinin kaşık ya da zille o havaları kıvırması zor iş. Girin ve biraz dolaşın o alemlerde, çok video var zaten. Alttaki yorumları da okumayı ihmal etmeyin. O adamlar Türkiye'de yaşıyor.

Sonra oradan şans eseri Konya baranaraları çetnevirlerine aktım. Konya'nın bir kasabasında basık, içinde kütükten sütunlar olan bir oda, herkes bağdaş kurmuş oturuyor, kaynağı görüntüde olmayan bir elektro saz Ankaradakilere benzer türküler çalıyor. Ortada biri şişman, diğeri bitkin iki kadın. Gürcü olmaları muhtemel. Adamlar yanık tenli, bıyıklı, güzel dişli Orta Anadolu erkekleri. İki kadının da etrafında dörder erkek. Ellerinde kaşıklar, kadını oynatıyorlar, kendileri de etrafında oynuyorlar. Kadınlardan bitkin olanı ön planda, adamlar değişiyor, o değişmiyor, sürekli oynuyor. Bıkmadan oynuyor, birisi başına turuncu bir kasket geçirmeye çalışmış, düştü düşecek ama düşmüyor. Arada birileri gelip kadının orasına burasına para yapıştırıyor. Kadın kaşık havası oynamıyor, diskoda nasıl dansederse öyle dansediyor. Burası büyük ihtimalle bir kasabası Konya'nın. Bu adamlar da Türkiye'de yaşıyor.

Oradan Yüksel Kasetçiliğin gururla sunduğu Serkan Şahin'in "A be dana" adlı 9/8liği dinledim. Önde bu sefer Ege pavyonlarından gelmiş Roman oynayan beyazlar giymiş konsomatris ablalar, klip Şan Düğün salonunda çekilmiş. Birazdan klip bitecek, malzemeler kaldırılacak, o ablalardan biri bir çiftin düğününde dansöz olarak boy gösterecek belki. Bu insanlar da Türkiye'de yaşıyor.

Oradan Faruki şeyhiyle tarikatten birinin yaptığı ropörtaja geçtim. Gene Konya sanırım. Şeriat'in anlamını soruyor genç sakallı, sarıklı arkadaş. Şeyf efendi anlatıyor. Oradan Faruki zikri, kadiri, halveti uşşaki, rufai, çeçen zikirlerini seyrediyorum. Çeçen zikri Çeçenistan'da çekilmiş, aralarında en şaşırtıcı olan o. Sonra acep var mıdır diye Aczmendi zikri arıyorum. Bir grup öğrenci yurttaki odalarında Aczmendilerle dalga geçen bir zikir çekmişler onu seyrediyorum. Bütün bu adamlar da Türkiye'de yaşıyor. (Çeçenistan'da yaşayanlar hariç)

Oradan Kerbela, Aşura ve tabi ki Caferiler. Aklıma Sabahat Akkiraz'ın nefis sesi geliyor. "Hüseynim attan düştü, sahrayı Kerbela'da". Caferiler göğüslerini yumruklayarak, sırtlarına zincir vurarak şehitlerinin acısını yaşamaya çalışıyorlar. Zeynebiye Gençlik Tiyatrosu tarafından Kerbela'nın canlandırılmasını izliyorum. Ağlıyor herkes. Bu insanlar da Türkiye'de yaşıyor

İslami tiyatroyu merak ediyorum. Karşıma İnzar dergisinin bir toplantısında oynanan islami bir oyun geliyor. İki tane şeytan, kırmızı pelerinleri yüzlerinde Scream filminin maskeleri, şeytanlardan biri diğerini arıyor cepten. "Aradığınız Şeytan'a şu anda ulaşılamıyor" diye bir ses geliyor karşıdan. Bu şeytanlar da Türkiye'de yaşıyor.

Oradan İskenderun'daki İslam düğünlerine atlıyorum, Sultanbeyli'de, Urfa'da yapılan İslam düğünlerine... Bir grup erkek ilahi eşliğinde halay çekerken bir yandan da "Allah!" diye bağırıyorlar. Genelde Kürtçe ilahiler. onların ortasında da 12-13 yaşında çocuk, kızlar örtünmüş, ellerinde cep telefonları, bu halayı çekiyor. Alttaki yorumlarda İslam Düğünü diye bir şey olmadığını tartışıyor insanlar. Bu insanlar da Türkiye'de yaşıyor.

Gümüşsuyu'nda, bizim üst sokakta, geçen akşam dokuz sularında, çok lüks ve manzaralı Aylin apartmanının önüne işeyen adamlar da Türkiye'de yaşıyor.

Bizim durakta, bizi evden alıp Galatasaray'a bırakırken beş dakika içinde suratsızlığıyla içimizi karartan taksi şoförü de Türkiye'de yaşıyor.

Karşı apartmanın kapıcısının kapalı olduğu halde fena halde kırıtık karısı ve tiz sesine aldırmadan sürekli bağıran kızı Sude de Türkiye'de yaşıyor.

Cumartesi gecesi park yeri bulamayıp ikinci sırayı yaparak çift şeritli yolu tek şeritli hale getiren ve gecenin üçünde iki taraftan gelen taksilerin ve dolmuşların kilitlenip kornalarına asılmasını, insanların bu gürültüyle yataklarından fırlamasını umursamayan uzun saçlı entel abi de Türkiye'de yaşıyor.

Ne söylediğini bir an bile düşünmeden "Türkiye'nin bütün senaristleri biraraya gelse benim yazdığım gibi yazamaz" diyebilen Yiğit kardeşim de Türkiye'de yaşıyor.

Hani bundan başka Türkiye yoktu? Kaç tane Türkiye saydım ben size ve daha saymadığım neler var. Bunların hepsi Türkiye'de yaşıyor. Ben bu ülkenin hiçbir yerinde değilim. Ben bu ülkenin etkilemesi gereken kesimindenim, ama etkileyemiyorum, hiçbir şeyi değiştiremiyorum, tersine kötü etkileniyorum, değişiyorum. Ben bu Türkiye'de yaşamak istemiyorum.

Paris'te bir gazete bayi bana hayatım boyunca unutamayacağım bir ders verdi. Sabahın erken saatleriydi, uzattım kafamı ve "Telefon kartı var mı?" dedim. "Günaydın beyfendi nasılsınız?" dedi bana, utandım. "Günaydın siz nasılsınız?" dedim. Gülümsedi. "Telefon kartı satmıyorum. Ama karşıdaki büfede bulabilirsiniz" dedi sonra.

O günden beri biliyorum ki gidecek başka bir yerim yok. İki arada bir derede bu ülkede yaşayıp, bu yabancılaşmanın içinde çürüyüp gideceğim.

Yorumlar

Puffy dedi ki…
Üstadım,
Etkileyebilmiş sayılmak için arkandan 1000lerin yürümesi gerekmez ki.Birimizin yada ikimizin etkilenmesi de yeter ki beni mürid'in sayabilirsin.

Alt kültüre ait farklı farklı tandanslar olması da çok doğal.Sonuçta,Paris'in yada Fransa'nın her yerinde sana "günaydın" diyecek insanlara rastlamayacaksındır.

Ayrıca eğlence ve kültür altyapısına sahip olgularla,dini altyapıya sahip olguları da aynı kazanda karıştırmaktan yana değilim ben.

Hani sizin duraktaki taksiler galatasaray'a çıkmak için surat yapmıyordu?Alışıktı onlar sizin kısa mesafelerinize?

Özetle,ben bu durumu yabancılaşmaktan ziyade,çokseslilik olarak adlandırmayı tercih ederim.Çünkü herkes bu hengame içinde kendi hayatını yaşıyor.Seni hiçbir zaman elinde zincir sırtını lime lime ederken göremeyeceğimiz gibi,sen de beni elimde cep telefonu 12-13 yaşında kızları oynatırken göremeyeceksin.
Borsalino dedi ki…
Ben en son kendimi Fenerbahçe maçında "bir yere ait" hissetmiştim. Şaşırmıştım da üstelik kendime. "Bir yere ait olmak" böyle bir şeymiş demek ki demiştim.
Puffy dedi ki…
Ben diyorum ki kombineleri Abdi İpekçi'ye çevirelim,sezonun geri kalanını bench ten takip edelim.Nihai huzur Solomon'da.
cebimdekimatara dedi ki…
görelilik bence herşey burada bitiyor. yabancılıksa her yerde herşeyde var ben nasıl dünyayı bir başkasının gözünden göremezsem başkası dünyayı benim gözümden göremiyor. sosyal hayvanlar olarak kendimizi bir bütüne ait hissetmeye çalışıyoruz ama düşünebildiğimiz için bu bir zebra yada papağan sürüsündeki gibi beslenme,güvenlik,üreme benzeri en ilkel ihtiyaçları karşılamakla bitmiyor. düşünsel olarakta bir sürüye ait olmak istiyoruz bize öğretilen din,ahlak,edebiyat yada idealler bu olayın birer parçası ama dediğim gibi herkes dünyayı farklı bir gözden görüyor ve genel kavramlar etrafında aslında herksin aynı fikre sahip olduğu bir sürüymüş gibi toplanmaya çalışıyoruz ama gerçekten düşünebilmek bazı bireyleri çok kötü vurabiliyor. sanırım buda bir paradoks
Borsalino dedi ki…
Misal, ben kendimi hiçbir yere ait hissetmek istemedim bugüne kadar. Ne bir partiye üye oldum, ne bir dernek çatısı altında birileriyle birleştim, ne pankart taşıyıp bağırdım ne de voleybol basketbol gibi grup oyunlarında var oldum. Bir yere ait hissetmek gerekli mi emin değilim. Maçta da o yüzden çok şaşırmıştım zaten, demek ki insanlar bu yüzden toplanıp bir şeyler yapıyormuş demiştim.
Adsız dedi ki…
Efenim, günaydın, merhaba! Yazıda adım da geçiyor, bir sabah kahvesine uğrayayım dedim. Ben bugün pek bir mutluyum, asıl soru kaç Türkiye var değil, kaç Müge var olmalıdır. Ayrıca sayısal oynamamı hatırlayın.

Bu arada Foça'da en koyu FB'li benim. Niye derseniz buraya getirdiğim en kalın şey yeni aldığım FB sweatshirt'üm ve hava da hep serin. Dolayısıyla hiç üstümde çıkarmıyorum. Allah insanı FB'ye muhtaç etmesin. Onca güzel şey getirdim, birini giyemedim.

Hafta içi uğrar, peynirlerinizi getiririm, istediğiniz bir ot-mot falan var mı? Bak sarmaşık varmış burda. İstiyor musunuz?

Bakın bir yorum yazdım ki herkesi kedime yabancılaştırdım valla. Öpüyorum.
bahtsız bedevi dedi ki…
Türkiye biraz fazla ebruli. Tıpkı matematik konumundaki gibi iki arada, bi derede kalmış; inanç, yaşam tarzı, kısacası toptan kültürel bakımdan diyelim. Tek tip bir genelleme yapmak mümkün değil. Avrupa yakası, Anadolu, coğrafi bölgelerimiz ve onların tüm farklılıklarını bir düşün. Kent soylu kavramının bu ülkede ne anlam ifade ettiğini düşün. Bu yorum burada uzayacak, ben de başka bi konuyla yavaştan girmiştim, kalanı bilogumda tamamliim bari.

Bu blogdaki popüler yayınlar

DEVRİM YAPACAADIK DA BİZİ BU İNTERNET BİTİRDİ

bu foto sadece erkek veya lezbiyen veya biseksüel okuyucunun dikkatini yazıya çekmek için konmuştur. Görsel meta tüketimi de insanda "çünkü ben buna değerim!" duygusu yaratıyor. "Koçum benim! Bunların hepsi sana vermek istiyor! Bak nasıl da sıraya girmişler" Son bir kaç gündür tuvalet kitabım Fransa'da 68'de neler olduğunu anlatan, unuttuğum adı da bu minvalde bir şey olan bir kitap. Ondan önce de Vietnam Savaşı'nı okuyordum. Benim için sanıyorum tuvalet aynı zamanda bir okuma mabedi haline gelmiş durumda. Tuvalet dışında okuyamıyorum. İşteki tuvalette ayrı kitap evdekinde ayrı kitap okuyorum. İşteki tercihlerim genelde kafa dağlamayan Amerikan romanları. Bir yandan Gore Vidal'in Düello'sunu bir yandan da Mario Puzo'nun Omerta'sını okuyorum işte. Evde ise genelde araştırma kitaplarından daha fazlasını almıyor kafam. Bazen sırf kitap okumak için çişim olduğu halde takılıyorum tuvalette. Evet manyağım belki, ama sanırım dış dünyanın t

"Makinalaşmak İstiyorum" Şiiri Üzerine

Virgillius'un şu yazısını okuduktan sonra bir cevaba girişip yorum kısmına koyacak oldum. Fekat yorumun limitlerinin almayacağı bir yazıya dönüştüğü için yazacaklarım, buraya almaya uygun görmüş bulunmaktayım efenim. Üstat hazır sen yokken meydanı boş bulup atıp tutayım biraz. “Makinalaşmak İstiyorum” şiiri Nazım Hikmet'in şiirinin gelişme döneminde denediği Fütürist akım dahilindeki bir iki şiirinden birisidir. Fütürist akım İtalya'da Marinetti tarafından başlatılmış daha sonra özellikle Rusya'da faşizme olan açık desteği paranteze alınarak geçmişe dair herşeyi reddeden cesur tavrı öne çıkarılarak Mayakovski ve Hlebnikov tarafından uygulanmıştır. Mayakovski'nin şiirinin bu kadar sert, açık ve kavgacı olmasının sebebi şairin manyak bakan gözleriyle birlikte bu akımdır. Nazım Hikmet'in KUTV'da eğitim görürken okuduğu ve çarpıldığı bu şiir biçimine öykünerek yazdığı bir şiirdir “Makinalaşmak İstiyorum” Biçimsel olarak oldukça özel bir yer tutar Türk şii

Aklıma Takılanlar

Kışın kafelerde, metrolarda filan bir kere bile kitap okuduğunu görmediğim yurdum burcuva kızı neden güneşlenirken kitabına gömülür? Ben biliyom nedenini de, ayıp değil mi güneşin altında kavrulan o zavallı kitabın yapraklarına be güzel ablam ama ya!