Belki de bu kendi şahsen öz çabalarımla bulduğumu sandığım ama bir çok insanın uyguladığı bir metoddur. Bana çok olur bu, çırpına çırpına bir pratik yöntem bulduğumu düşünürüm, birileriyle paylaşırım, "Aaa o mu, onu biz yıllardır yapıyoruz, hatta Amerika'da sırf onu yapan bir alet geliştirimişler!" gibi cevaplar alırım. Yıllar önce, üstünde Sapık filminin kült sahnesi olan perdenin arkasındaki bıçaklı gölge olan bir duş perdesi tasarlamanın eğlenceli olacağını düşünmüştüm, bunu da lisedeyken şimdi Barcelona'nın en sevilen vatandaşlarından olan can kardeşim Sinan'a anlatmıştım. Sinan yıllar sonra elinde bahsettiğim duş perdesiyle çıkageldi. "Aha da yapmışlar" diye. Bu da onun gibi bir şey olabilir, uyarmadı olmasın.
Uzun yıllar yoğun bir tempoyla çalıştığım, işim de beynimin çok büyük kısmını elinde tuttuğu için kitap okumaya ya da film seyretmeye ayırdığım zaman hep kısıtlı oldu. Öte yandan tüketici zihniyeti yeni kuşaklara göre daha az gelişmiş bir ara kuşak insanı olduğum için yerli malı haftaları ve hiçbir şeyi ziyan etmeme kafasıyla "koy götüne ya! senden değerli mi!" kafası arasında bir yerlerde büyüdüm. Kitaplar ve filmler bir takım insanların emek verip ürettiği değerli ürünlerdi. Dolayısıyla öyle üstün körü okumak, izlemek üretene terbiyesizlik olur diye düşünüyordum sanırım. Fakat zamansızlık her şeyden üstün gelince, bir de yazma işinin içinde ilerleyince sanırım o üretme meselesine saygı ben de yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Çünkü ben de götümü yırtarak üretiyordum, üretiyorum, dolayısıyla bir çeşit istediğim gibi okuma ve izleme hakkı kazandığımı düşünmeye başladım sanırım. Ayrıca harcanan emekten çok ürünün iyiliği öne geçmeye başladı bir yerden sonra. Evet ben bir filmin yarısında çıkabilen insanlardan değildim, bir kitaba başladım mı ıkına sıkına sonunu getirirdim eskiden. Salaktım evet!
Bu yavaş yavaş değişti. Evde film izlerken mesela, tabi ki babaların filmlerinden bahsetmiyorum, ama yeni çıkmış filmleri diyelim, temponun düştüğü yerde hızlandır tuşuyla hızlandırıp, bizim hazırlık sahnesi dediğimiz, genelde iyi yazılmayan boş sahneleri sallayarak esas meselenin patladığı sahneye geçebiliyorum. Çünkü filmin can alıcı noktası olan sahnenin nasıl kurulduğu daha önemli oluyor benim için.
Yazının başlığına gelince. Kitaplarda genelde bunu yapmam. Bir kitabı alır, okumaya başlar, beğenmezsem bırakırım. Ama bir araştırma okuyorsam mesela, genelde her paragrafı önce çok hızlı okuyup flaş çakan cümleleri bulurum. Eğer paragrafta flaş çakmıyorsa bir sonraki paragrafa geçerim, çakıyorsa o cümleyi bir tur daha okurum, önceleyen bir cümle varsa onu da okurum, gönderirim. Bu şekilde her türe göre ayrı bir okuma biçimi geliştirmiş durumdayım. Romanlarda da bir ayrımım var. Klasikleri okuyacaksam kafamın gerçekten salim olduğu ve rahatsız edilmeyeceğim bir ortam oluşturmaya çalışırım. Ama gene de eğer tırmandığım yokuş dik, yazının üstüme bindirdiği yük ağır ise, Allahını tanımam gene hızlandırılmış okumaya geçerim. Çünkü klasiklerde bile boş satır vardır. Yeni romanları okumak bu anlamda çok daha kolaydır. Rem gibi düşünüyorum hadiseyi, illa derin Rem'e geçmek gerekmiyor böyle kitapları okumak için çünkü o zaman o kitabı okumak için girmeye çalıştığın konsantrasyonun düzeyi ve harcadığın emek kitabı karşılamıyor.
İlyada'yı okurken de destan okuyacağımı bilerek okudum. Destanlarda tekrarlamalar, birinin söylediği cümlelerin dinleyen tarafından bir başkasına aynı cümlelerle aktarıldığı tekrarlamalar çok olur. Bir çok türün kökeni olduğu gibi tiyatronun ve sinemanın da kökeni destanlar. Dolayısıyla görsel düşünmeye, sahneyi tasarlamaya, hayalinde kurmaya izin veren metinler. Eğer metni bilimsel bir metin okur gibi okursan o zaman kendini kaybetmen çok mümkün. Ama hayalinde canlandırmayı becerebilirsen başka bir yerlere götürebiliyor seni, o zaman orada her yazan cümlenin bir önemi olmuyor. Sadece bir kelimeden bile "3500 yıl önce buralar nasıl yerlerdi acaba?" sorusuna gidebiliyorsun. O zaman işte hem okunması çok daha kolay hem de çok daha zevkli metinler haline geliyor böyleleri. Şaksiper ve eserlerine ilk sardırdığımda "bir dakika Şaksiper okuyorum! En ufak bir kelimeyi bile kaçırırsam üstadı mezarında ters çevirme ihtimalim var!" itinasıyla okumaya kalkmış ve kendimi uyurken bulmuştum. Ama metnin seni kontrol etmesine izin vermediğin noktada çok enteresan yerlere ulaşabiliyorsun. Mesela İlyada'da geçen bir benzetmenin aynısının Hamlet'te de kullanıldığını farkediyorsun ki o zaten tadından yenmez bir nokta olayor. Kısacası her yemek nasıl aynı şekilde yenmezse her kitap da aynı şekilde okunmayor. Bunun fast-food'u var, lahmacunu var, şuşişi var. Bunu anlamak benim uzun zamanımı aldı. Ama becerdim.
Uzun yıllar yoğun bir tempoyla çalıştığım, işim de beynimin çok büyük kısmını elinde tuttuğu için kitap okumaya ya da film seyretmeye ayırdığım zaman hep kısıtlı oldu. Öte yandan tüketici zihniyeti yeni kuşaklara göre daha az gelişmiş bir ara kuşak insanı olduğum için yerli malı haftaları ve hiçbir şeyi ziyan etmeme kafasıyla "koy götüne ya! senden değerli mi!" kafası arasında bir yerlerde büyüdüm. Kitaplar ve filmler bir takım insanların emek verip ürettiği değerli ürünlerdi. Dolayısıyla öyle üstün körü okumak, izlemek üretene terbiyesizlik olur diye düşünüyordum sanırım. Fakat zamansızlık her şeyden üstün gelince, bir de yazma işinin içinde ilerleyince sanırım o üretme meselesine saygı ben de yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Çünkü ben de götümü yırtarak üretiyordum, üretiyorum, dolayısıyla bir çeşit istediğim gibi okuma ve izleme hakkı kazandığımı düşünmeye başladım sanırım. Ayrıca harcanan emekten çok ürünün iyiliği öne geçmeye başladı bir yerden sonra. Evet ben bir filmin yarısında çıkabilen insanlardan değildim, bir kitaba başladım mı ıkına sıkına sonunu getirirdim eskiden. Salaktım evet!
Bu yavaş yavaş değişti. Evde film izlerken mesela, tabi ki babaların filmlerinden bahsetmiyorum, ama yeni çıkmış filmleri diyelim, temponun düştüğü yerde hızlandır tuşuyla hızlandırıp, bizim hazırlık sahnesi dediğimiz, genelde iyi yazılmayan boş sahneleri sallayarak esas meselenin patladığı sahneye geçebiliyorum. Çünkü filmin can alıcı noktası olan sahnenin nasıl kurulduğu daha önemli oluyor benim için.
Yazının başlığına gelince. Kitaplarda genelde bunu yapmam. Bir kitabı alır, okumaya başlar, beğenmezsem bırakırım. Ama bir araştırma okuyorsam mesela, genelde her paragrafı önce çok hızlı okuyup flaş çakan cümleleri bulurum. Eğer paragrafta flaş çakmıyorsa bir sonraki paragrafa geçerim, çakıyorsa o cümleyi bir tur daha okurum, önceleyen bir cümle varsa onu da okurum, gönderirim. Bu şekilde her türe göre ayrı bir okuma biçimi geliştirmiş durumdayım. Romanlarda da bir ayrımım var. Klasikleri okuyacaksam kafamın gerçekten salim olduğu ve rahatsız edilmeyeceğim bir ortam oluşturmaya çalışırım. Ama gene de eğer tırmandığım yokuş dik, yazının üstüme bindirdiği yük ağır ise, Allahını tanımam gene hızlandırılmış okumaya geçerim. Çünkü klasiklerde bile boş satır vardır. Yeni romanları okumak bu anlamda çok daha kolaydır. Rem gibi düşünüyorum hadiseyi, illa derin Rem'e geçmek gerekmiyor böyle kitapları okumak için çünkü o zaman o kitabı okumak için girmeye çalıştığın konsantrasyonun düzeyi ve harcadığın emek kitabı karşılamıyor.
İlyada'yı okurken de destan okuyacağımı bilerek okudum. Destanlarda tekrarlamalar, birinin söylediği cümlelerin dinleyen tarafından bir başkasına aynı cümlelerle aktarıldığı tekrarlamalar çok olur. Bir çok türün kökeni olduğu gibi tiyatronun ve sinemanın da kökeni destanlar. Dolayısıyla görsel düşünmeye, sahneyi tasarlamaya, hayalinde kurmaya izin veren metinler. Eğer metni bilimsel bir metin okur gibi okursan o zaman kendini kaybetmen çok mümkün. Ama hayalinde canlandırmayı becerebilirsen başka bir yerlere götürebiliyor seni, o zaman orada her yazan cümlenin bir önemi olmuyor. Sadece bir kelimeden bile "3500 yıl önce buralar nasıl yerlerdi acaba?" sorusuna gidebiliyorsun. O zaman işte hem okunması çok daha kolay hem de çok daha zevkli metinler haline geliyor böyleleri. Şaksiper ve eserlerine ilk sardırdığımda "bir dakika Şaksiper okuyorum! En ufak bir kelimeyi bile kaçırırsam üstadı mezarında ters çevirme ihtimalim var!" itinasıyla okumaya kalkmış ve kendimi uyurken bulmuştum. Ama metnin seni kontrol etmesine izin vermediğin noktada çok enteresan yerlere ulaşabiliyorsun. Mesela İlyada'da geçen bir benzetmenin aynısının Hamlet'te de kullanıldığını farkediyorsun ki o zaten tadından yenmez bir nokta olayor. Kısacası her yemek nasıl aynı şekilde yenmezse her kitap da aynı şekilde okunmayor. Bunun fast-food'u var, lahmacunu var, şuşişi var. Bunu anlamak benim uzun zamanımı aldı. Ama becerdim.
Yorumlar
bu arada ben de kendi akrabalarımın adını doğru dürüst bilmemekteyim :P