Bisiklet turu sırasında anayollardan sıkılıp toprak yollara dalıyoruz. Biraz ilerleyince beyaz, upuzun boynuzlu Macar mandaları çıkıyor karşımıza, hemen arkasından da zincirlerini kırmaya çalışarak havlayan köpekleri görünce daha da toprak yollara dalıveriyoruz. Ulan nereye gidiyoruz biz diye düşünüyorum bir yandan, bir yandan da burada kaybolsan ne yazar, sonuçta bütün yollar Heviz’e çıkar anasını satıyim.
Bir yerden sonra toprak yol toprak olmaktan çıkıp otlak yol halini alıyor. Uzun zamandır kimse geçmediği için yolu ot bürümüş. Yolun sonunda minik bir köprü, köprünün ucunda duran bir de motosiklet görüyoruz. Yakınlaşınca köprünün aynı zamanda, altındaki dereyi durduran minik bir baraj olduğunu görüyoruz. barajın diğer tarafında insan boyunda derinliği olan suyu müthiş berrak minik bir gölet var, içinde biraz önce gördüğümüz motosikletin sahibi yüzmekte. Maalesef erkek. Kısa bir süre için tip tip bakışıyoruz kendisiyle. Birbirini hiç tanımayan erkeklerin etrafta başka kimse yoksa yaptıkları bir şeydir bu. Sonra ben Heviz’e nasıl gideriz diye soruyorum. Sıfır İngilizce. Bende elimle göstererek “Heviz? Heviz?” diyorum. O da bize arkamızda kalan dereyi göstererek “Viz, viz, viz Heviz” diyor. Anlaşıldı mesele, dereyi akıntının tersine takip edersek Heviz’e çıkarız. Adamın yüzdüğü dereye atlamamak için kendimi zor tutuyorum. Kararlıyım, ertesi gün, mayomla buraya yeniden gelip yüzeceğim.
Ama ertesi gün havanın ibnelik yapacağı tutuyor, yağmurlu, pencereden bakıyoruz Arap kızları gibi, zaten burada kıza değilse de Arap’a en çok benzeyen bizleri. N’olacak bu dizi, ne bok yiyeceğiz diye pencerelerden bakıp iç geçirmekten, sıkım sıkım sıkılmaktan daral geliyor artık bana. Akşam çimlerin üstüne oturup durum değerlendirmesi yapıyoruz. Burada daha fazla kaç gün daha kalınmaya katlanılabilir. Kalınırsa bütün tatil köyünü yakmak için nasıl bir planlama içine girmek gerekir. Üç plan sunuyorum Yılmaz’ın önüne. Bir, atlayıp arabaya, Viyana’ya gidilebilir, iki, atlayıp arabaya Budapeşte’ye dönülebilir, üç, atlayıp uçağa İstanbul’a dönülebilir. Viyana’da karar kılıyoruz. Hemen otel rezervasyonunu çakıyorum. Ertesi sabah uyanır uyanmaz atlıyoruz arabaya. İki yüz küsur kilometrelik yeşillikler içinde bir yol. Geniş ovalar, yolun iki yanında ağaçlar. Pastoral manzaralar içinde yol alıyoruz, saatte maksimum doksan kilometreyle. Pazar sabahı televizyonu açtığımda folklör gösterisi seyretmeyeceğim bir ülkeye ulaşacağımı umuyorum. Yolun ortalarına doğru acıkıyoruz. Bir yol kenarı lokantası görüp duruyoruz. Macaristan’da yediğim hiçbir yemekten tad almadığımı söylersem acımasız davranmış olmayacağımı düşünüyorum. Burada yediğimden bir numara anlamıyorum. Neden böyle olduğunu da anlamıyorum, sıcaktan mı benden mi yoksa yemeklerden mi bilmiyorum. Yol üstünde sürekli müstakil evler görüyoruz, apartman yapmaya uğraşmamışlar, yer bol nasıl olsa. Şehir (daha doğrusu kasaba) içine girdiğimiz anda 50 km’yi gösteriyor GPS, zaten o göstermese de öndeki arabalar yavaşlayınca ben de yavaşlamak zorunda kalıyorum. Almanya yenik sayılınca hesabı. Kasabaların yol üstünde bir tane otobüs durakları var, bir gelişte bir gidişte yani, insanlar orada otobüs bekliyorlar. Yanlarından geçerken yüzlerine bakıyorum. Dalgınlar sanki, gülümseyen yok, kendi arasında konuşan hiç yok. Bekliyorlar. Macaristan’da üstüme üstüme gelen şeylerden bir tanesi bu oldu sanırım. Hedef yok sanki, amaç yok, kendinden ya da etrafından memnun olmama yok, kabulleniş var. İdealist, hayalperest, tutkulu, coşkun, öfkeli, aniden parlayan, deli… daha bir çok sıfat sayabilirim Macarlarda karşılığını bulamadığım.
Ve birdenbire Avusturya’ya giriyoruz. Burada da Fransa-İtalya sınırında olduğu gibi terkedilmiş gibi sınır kapısı var. Hayalet şehir gibi buralar. Eskiden arabaların yanaştığı, polislerin pasaport kontrolü yaptığı kutu-vezneler bomboş şimdi. Avrupa Birliği’ni en net olarak böyle yerlerde hissediyor insan. Sınır yok artık, istersen buradan geç, istersen tarlanın içinden, burası Avrupa Birliği. Avusturya’ya elimizi kolumuzu ve muhtelif yerlerimizi sallayarak giriyoruz. Karşımıza çıkan ilk kasaba Eisenstadt. Malatya’nın kayısısı, İzmit’in pişmaniyesi, İzmir’in kızları ünlüdür ya, Eisenstadt’ın da Haydn’ı ünlü. Temmuz’un ortasında bir Haydn festivali var. İnsanın kafası ister istemez karışıyor. Avusturya burası, dünyaca ünlü bir çok beyni çıkaran ülke. Ve sen ülkeye girer girmez kayısısıyla ünlü bir kasabadan değil, klasik müzik dehasıyla ünlü bir kasabadan geçiyorsun. Ben, Türkiye, üretmek, onlar, Avusturya, kayısı, klasik müzik, kasaba, nasıl, niçin, niye, nereye kadar? Viyana’ya gidene kadar aklımda bunlar dolanıp duruyor. Bir türlü işin içinden çıkamıyorum.
Ve sonunda Viyana'ya ulaşıyoruz.
Bir yerden sonra toprak yol toprak olmaktan çıkıp otlak yol halini alıyor. Uzun zamandır kimse geçmediği için yolu ot bürümüş. Yolun sonunda minik bir köprü, köprünün ucunda duran bir de motosiklet görüyoruz. Yakınlaşınca köprünün aynı zamanda, altındaki dereyi durduran minik bir baraj olduğunu görüyoruz. barajın diğer tarafında insan boyunda derinliği olan suyu müthiş berrak minik bir gölet var, içinde biraz önce gördüğümüz motosikletin sahibi yüzmekte. Maalesef erkek. Kısa bir süre için tip tip bakışıyoruz kendisiyle. Birbirini hiç tanımayan erkeklerin etrafta başka kimse yoksa yaptıkları bir şeydir bu. Sonra ben Heviz’e nasıl gideriz diye soruyorum. Sıfır İngilizce. Bende elimle göstererek “Heviz? Heviz?” diyorum. O da bize arkamızda kalan dereyi göstererek “Viz, viz, viz Heviz” diyor. Anlaşıldı mesele, dereyi akıntının tersine takip edersek Heviz’e çıkarız. Adamın yüzdüğü dereye atlamamak için kendimi zor tutuyorum. Kararlıyım, ertesi gün, mayomla buraya yeniden gelip yüzeceğim.
Ama ertesi gün havanın ibnelik yapacağı tutuyor, yağmurlu, pencereden bakıyoruz Arap kızları gibi, zaten burada kıza değilse de Arap’a en çok benzeyen bizleri. N’olacak bu dizi, ne bok yiyeceğiz diye pencerelerden bakıp iç geçirmekten, sıkım sıkım sıkılmaktan daral geliyor artık bana. Akşam çimlerin üstüne oturup durum değerlendirmesi yapıyoruz. Burada daha fazla kaç gün daha kalınmaya katlanılabilir. Kalınırsa bütün tatil köyünü yakmak için nasıl bir planlama içine girmek gerekir. Üç plan sunuyorum Yılmaz’ın önüne. Bir, atlayıp arabaya, Viyana’ya gidilebilir, iki, atlayıp arabaya Budapeşte’ye dönülebilir, üç, atlayıp uçağa İstanbul’a dönülebilir. Viyana’da karar kılıyoruz. Hemen otel rezervasyonunu çakıyorum. Ertesi sabah uyanır uyanmaz atlıyoruz arabaya. İki yüz küsur kilometrelik yeşillikler içinde bir yol. Geniş ovalar, yolun iki yanında ağaçlar. Pastoral manzaralar içinde yol alıyoruz, saatte maksimum doksan kilometreyle. Pazar sabahı televizyonu açtığımda folklör gösterisi seyretmeyeceğim bir ülkeye ulaşacağımı umuyorum. Yolun ortalarına doğru acıkıyoruz. Bir yol kenarı lokantası görüp duruyoruz. Macaristan’da yediğim hiçbir yemekten tad almadığımı söylersem acımasız davranmış olmayacağımı düşünüyorum. Burada yediğimden bir numara anlamıyorum. Neden böyle olduğunu da anlamıyorum, sıcaktan mı benden mi yoksa yemeklerden mi bilmiyorum. Yol üstünde sürekli müstakil evler görüyoruz, apartman yapmaya uğraşmamışlar, yer bol nasıl olsa. Şehir (daha doğrusu kasaba) içine girdiğimiz anda 50 km’yi gösteriyor GPS, zaten o göstermese de öndeki arabalar yavaşlayınca ben de yavaşlamak zorunda kalıyorum. Almanya yenik sayılınca hesabı. Kasabaların yol üstünde bir tane otobüs durakları var, bir gelişte bir gidişte yani, insanlar orada otobüs bekliyorlar. Yanlarından geçerken yüzlerine bakıyorum. Dalgınlar sanki, gülümseyen yok, kendi arasında konuşan hiç yok. Bekliyorlar. Macaristan’da üstüme üstüme gelen şeylerden bir tanesi bu oldu sanırım. Hedef yok sanki, amaç yok, kendinden ya da etrafından memnun olmama yok, kabulleniş var. İdealist, hayalperest, tutkulu, coşkun, öfkeli, aniden parlayan, deli… daha bir çok sıfat sayabilirim Macarlarda karşılığını bulamadığım.
Ve birdenbire Avusturya’ya giriyoruz. Burada da Fransa-İtalya sınırında olduğu gibi terkedilmiş gibi sınır kapısı var. Hayalet şehir gibi buralar. Eskiden arabaların yanaştığı, polislerin pasaport kontrolü yaptığı kutu-vezneler bomboş şimdi. Avrupa Birliği’ni en net olarak böyle yerlerde hissediyor insan. Sınır yok artık, istersen buradan geç, istersen tarlanın içinden, burası Avrupa Birliği. Avusturya’ya elimizi kolumuzu ve muhtelif yerlerimizi sallayarak giriyoruz. Karşımıza çıkan ilk kasaba Eisenstadt. Malatya’nın kayısısı, İzmit’in pişmaniyesi, İzmir’in kızları ünlüdür ya, Eisenstadt’ın da Haydn’ı ünlü. Temmuz’un ortasında bir Haydn festivali var. İnsanın kafası ister istemez karışıyor. Avusturya burası, dünyaca ünlü bir çok beyni çıkaran ülke. Ve sen ülkeye girer girmez kayısısıyla ünlü bir kasabadan değil, klasik müzik dehasıyla ünlü bir kasabadan geçiyorsun. Ben, Türkiye, üretmek, onlar, Avusturya, kayısı, klasik müzik, kasaba, nasıl, niçin, niye, nereye kadar? Viyana’ya gidene kadar aklımda bunlar dolanıp duruyor. Bir türlü işin içinden çıkamıyorum.
Ve sonunda Viyana'ya ulaşıyoruz.
Yorumlar
Viz viz viz heviz nereye kadar Gökhan? Halk seni yeni yazılarınla görmek istiyor.