Ben hep hayalperest bir adamdım. Çocukken de böyleydi bu. Çoğu çocuk karanlıktan korkar ya, ben odamın kapısını kilitler, bir mum yakar, gözlerimi kapar ve dinlerdim. Karanlığın sesini, Üçkuyular çukurunun seslerini dinlerdim. Dışarıda bir gerçek hayat vardı. Beni kıran, hırpalayan, acıtan. Bir de hayallerimdeki hayat. Ben hayallerimin peşinden koştum hep. Hayal dünyamı gerçek dünyaya tercih ederim.
İlkokulun bahçesinde sarı kalın plastikten yağmurluğumun boynunu ilikler, kapüşonunu başıma geçirir, kollarımı iki yana açar, dandiriden oyunlar oynayan, (şimdiye çoktan dandiriden adamlar ve kadınlar olmuşlardır) çocukların arasında uçardım. Tepe açı, bahçedeki siyah önlüklü çocuk kalabalığının arasından geçen sarı bir leke.
Tevfik Fikret'in hazırlığına başladığım gün aşık oldum. Kendini bilen tombalak, çirkin, doğru düzgün kirpiği bile olmayan bir çocuktum. Dün bir arkadaşla konuşuyorduk. "Platonik benim olayım değildir" dedi aşktan bahsederken. Platonik benim olayımdı. Ben hayal dünyamda çok büyük bir aşk yaşadım onbir yaşımdan onbeş yaşıma kadar. Öyle derin bir aşktı ki bu, bir gün onu yazmaya kalemimin yetmesini ummakla yetiniyorum şimdilik. Dediğim gibi kendini bilen, gerçekle bağlantısı kopuk, Ömer Seyfettin'in Bomba hikayesini okuduktan sonra "Şerefsizleeer! Ne istediniz lan Boris'teeen!" diye ağlayarak duvarları yumruklayacak kadar kopuk bir çocuktum.
O günlerde elimden tutan, beni başka bir aleme taşıyan bir grupla tanıştım: Ezginin Günlüğü. Emin İgüs'ü sesi dev bir el gibi kaldırırdı karanlığın içinde yerde bağdaş kurmuş oturan beni. Aşık olduğum kızın evinin önüne götürür, sonra yavaşça yukarı kaldırır, üçüncü katta Atilla İlhan okuyan kısa saçlımı seyrettirirdi. Dünyanın en güzel semt ismiydi Nokta. Dünyanın en muson yağmuru İzmir'e yağardı. Ben sırılsıklam olmaya aldırmadan, sırılsıklam olmayı severek onun hiç bilmediği bir aşkı yaşardım onunla. Hakan Yılmaz "Odam Kireçtir Benim" türküsünü söylerdi, ben direk nakavt olurdum. Hakem saymaya bile gerek duymazdı. Bilirdi kalkamayacağımı. Sonra...
Sonra biz büyüdük ve elbette kirlendi dünya.
Bugünlerde çoklukla dışarıda, çoklukla kendimdeyim. Bir harman zamanı daha gelmiş anlaşılan, hallaçlar savuruyor pamuklarımı, havalanıyorum, dağılıyorum, bir kılıfa, bir kalıba girmeden uçuşuyorum.
Yıllar yıllar önce, ne çocuk ne tam gençken ezberlediğim türkülerin/şarkıların sorumluluğunu üstlenen iki üç kişiden birisi de Emin İgüs idi. Bir insan sesinin nasıl akabildiğini düşünürdüm onu her dinlediğimde. Her dinlediğimde hayretler içinde düşünürdüm bir insan sesinin aheste akan bir nehrin kenarında olma hissini nasıl verebildiğini. Daha sigara içmiyordum, sesim castrato sesiydi, onunla birlikte, onu taklit ederek, sesimi boğazdan ama çok pese de kaçmadan verebilmeyi öğrenmeye çalışarak çok türkü/şarkı söylemişliğim vardır.
Yıllar sonra, ev arkadaşım Salih "Emin Abinin barında çalıyoruz bu akşam gelsene" demişti. "Emin Abi"nin, Emin İgüs olduğunu öğrenince işi gücü bırakıp takıldım peşlerine. Salih bizi tanıştırırken elini sıktım, çocukluğumda bana yaşattığı elle tutulur, bıçakla kesilir melankoli için samimi bir minnet duyarak "Abi" dedim, "ben sizin şarkılarınızla büyüdüm." Yüzüne yayılan sıcak gülümsemeyi bugün bile hatırlarım. (Bir gün istiyorum ki, birisi de bana gelsin ve "ben sizin filmlerinizle büyüdüm" desin. O gün yatırın kesin beni, gözlerim açık gitmez.)
Dün sevdiğim bir arkadaşımla Bakırköy'e gittik. Daha arabasına biner binmez anladım kiminle dansettiğimi. Emin İgüs'ün albümü "Bu Dünya Bir Pencere" çalıyordu içeride. Sonra ne oldu, hemen eve gittim, şerefsiz bir korsan olduğum için internetten bulup indirdim albümü. "Ağlama Yar Ağlama" türküsünü dinledim önce. Sonra yeniden onu dinledim, sonra "döndürü döndürü bunu çal" tuşuna bastım media player'ın, çıktım balkona, sigara içerek yağmuru seyrettim. Emin Abi söyledi, ben dinledim, Emin Abi söyledi, ben dinledim. Bir ses yirmi yıl sonra bile hala su gibi akabiliyorsa bunun bir nedeni olmalı diye düşündüm. Bir ses yirmi yıl sonra bile beni alıp kendi evrenimde çok sevdiğim, uzun zamandır uğramadığım bir yere götürüyorsa bunun bir nedeni olmalı diye düşündüm. Sigara içtim. Yağmur yağdı. Emin İgüs'ün sesi su gibi aktı durdu.
Bir şeyi farkettim kendimde. Ben hayal etmeye başlayınca çok kral bir adam oluyorum. "Gerçekle", "Hayatla" karşı karşıya gelince köşeli, katı, şüpheci oluveriyorum, bir sürü sirkevi özellikle silahlanıyorum, sevmiyorum kendimi. Halbuki beni ben yapan kendi kendime eğleşmek için uydurduğum dünyalardır. Onların içinden gerçeğe giden yolu yazıyla açıyorum. Bunca zamandır "sen çok güzel hayal kuruyorsun, gel şu bizim hayalleri de bir kuruver" diyenlerin peşinden gittiğim için, yani "gerçekle" "hayatla" uğraştığım için, başkalarının cümlelerini kurmaya alışmışım. Bu alışkanlığı kırmaya çalıştığımı farkettim son zamanlarda, yeniden kendi iç dünyamın dilini bulmaya çalıştığımı...
Emin İgüs albümün kitapçığında "türküleri kendi düşüncelerimizde bir yere oturtmaktansa, kendi duyarlılığımızı türkülere teslim etmeye çalıştık" diyor. Teslim etmek. Teslim olmak. Kendini bırakmak. Rasyonel, sınırlı, ayakları yere basan, dünyevi bir tecrübe değil bu. Sevindiğim tek şey, ben bunu yapmayı biliyordum. Bisiklete binmeyi öğrenmem gerekmiyor. Sadece bisiklete binmeyi hatırlamam gerekiyor.
Ancak bu şekilde, sadece bir önceki andan, bir önceki günden, bir önceki yıldan destek almaz olacak bu bünye, Üçkuyular'daki karanlık odasında Ezginin Günlüğü dinleyen çocukla yanyana oturacak, kendi köklerine varacak. O zaman yaşadığı her yeni günün anlamsızlığından kurtulmak için kendini yeni bir işin hengamesine atma düşüncesinden kurtulacak.
Sağolasın Emin Abi.
İlkokulun bahçesinde sarı kalın plastikten yağmurluğumun boynunu ilikler, kapüşonunu başıma geçirir, kollarımı iki yana açar, dandiriden oyunlar oynayan, (şimdiye çoktan dandiriden adamlar ve kadınlar olmuşlardır) çocukların arasında uçardım. Tepe açı, bahçedeki siyah önlüklü çocuk kalabalığının arasından geçen sarı bir leke.
Tevfik Fikret'in hazırlığına başladığım gün aşık oldum. Kendini bilen tombalak, çirkin, doğru düzgün kirpiği bile olmayan bir çocuktum. Dün bir arkadaşla konuşuyorduk. "Platonik benim olayım değildir" dedi aşktan bahsederken. Platonik benim olayımdı. Ben hayal dünyamda çok büyük bir aşk yaşadım onbir yaşımdan onbeş yaşıma kadar. Öyle derin bir aşktı ki bu, bir gün onu yazmaya kalemimin yetmesini ummakla yetiniyorum şimdilik. Dediğim gibi kendini bilen, gerçekle bağlantısı kopuk, Ömer Seyfettin'in Bomba hikayesini okuduktan sonra "Şerefsizleeer! Ne istediniz lan Boris'teeen!" diye ağlayarak duvarları yumruklayacak kadar kopuk bir çocuktum.
O günlerde elimden tutan, beni başka bir aleme taşıyan bir grupla tanıştım: Ezginin Günlüğü. Emin İgüs'ü sesi dev bir el gibi kaldırırdı karanlığın içinde yerde bağdaş kurmuş oturan beni. Aşık olduğum kızın evinin önüne götürür, sonra yavaşça yukarı kaldırır, üçüncü katta Atilla İlhan okuyan kısa saçlımı seyrettirirdi. Dünyanın en güzel semt ismiydi Nokta. Dünyanın en muson yağmuru İzmir'e yağardı. Ben sırılsıklam olmaya aldırmadan, sırılsıklam olmayı severek onun hiç bilmediği bir aşkı yaşardım onunla. Hakan Yılmaz "Odam Kireçtir Benim" türküsünü söylerdi, ben direk nakavt olurdum. Hakem saymaya bile gerek duymazdı. Bilirdi kalkamayacağımı. Sonra...
Sonra biz büyüdük ve elbette kirlendi dünya.
Bugünlerde çoklukla dışarıda, çoklukla kendimdeyim. Bir harman zamanı daha gelmiş anlaşılan, hallaçlar savuruyor pamuklarımı, havalanıyorum, dağılıyorum, bir kılıfa, bir kalıba girmeden uçuşuyorum.
Yıllar yıllar önce, ne çocuk ne tam gençken ezberlediğim türkülerin/şarkıların sorumluluğunu üstlenen iki üç kişiden birisi de Emin İgüs idi. Bir insan sesinin nasıl akabildiğini düşünürdüm onu her dinlediğimde. Her dinlediğimde hayretler içinde düşünürdüm bir insan sesinin aheste akan bir nehrin kenarında olma hissini nasıl verebildiğini. Daha sigara içmiyordum, sesim castrato sesiydi, onunla birlikte, onu taklit ederek, sesimi boğazdan ama çok pese de kaçmadan verebilmeyi öğrenmeye çalışarak çok türkü/şarkı söylemişliğim vardır.
Yıllar sonra, ev arkadaşım Salih "Emin Abinin barında çalıyoruz bu akşam gelsene" demişti. "Emin Abi"nin, Emin İgüs olduğunu öğrenince işi gücü bırakıp takıldım peşlerine. Salih bizi tanıştırırken elini sıktım, çocukluğumda bana yaşattığı elle tutulur, bıçakla kesilir melankoli için samimi bir minnet duyarak "Abi" dedim, "ben sizin şarkılarınızla büyüdüm." Yüzüne yayılan sıcak gülümsemeyi bugün bile hatırlarım. (Bir gün istiyorum ki, birisi de bana gelsin ve "ben sizin filmlerinizle büyüdüm" desin. O gün yatırın kesin beni, gözlerim açık gitmez.)
Dün sevdiğim bir arkadaşımla Bakırköy'e gittik. Daha arabasına biner binmez anladım kiminle dansettiğimi. Emin İgüs'ün albümü "Bu Dünya Bir Pencere" çalıyordu içeride. Sonra ne oldu, hemen eve gittim, şerefsiz bir korsan olduğum için internetten bulup indirdim albümü. "Ağlama Yar Ağlama" türküsünü dinledim önce. Sonra yeniden onu dinledim, sonra "döndürü döndürü bunu çal" tuşuna bastım media player'ın, çıktım balkona, sigara içerek yağmuru seyrettim. Emin Abi söyledi, ben dinledim, Emin Abi söyledi, ben dinledim. Bir ses yirmi yıl sonra bile hala su gibi akabiliyorsa bunun bir nedeni olmalı diye düşündüm. Bir ses yirmi yıl sonra bile beni alıp kendi evrenimde çok sevdiğim, uzun zamandır uğramadığım bir yere götürüyorsa bunun bir nedeni olmalı diye düşündüm. Sigara içtim. Yağmur yağdı. Emin İgüs'ün sesi su gibi aktı durdu.
Bir şeyi farkettim kendimde. Ben hayal etmeye başlayınca çok kral bir adam oluyorum. "Gerçekle", "Hayatla" karşı karşıya gelince köşeli, katı, şüpheci oluveriyorum, bir sürü sirkevi özellikle silahlanıyorum, sevmiyorum kendimi. Halbuki beni ben yapan kendi kendime eğleşmek için uydurduğum dünyalardır. Onların içinden gerçeğe giden yolu yazıyla açıyorum. Bunca zamandır "sen çok güzel hayal kuruyorsun, gel şu bizim hayalleri de bir kuruver" diyenlerin peşinden gittiğim için, yani "gerçekle" "hayatla" uğraştığım için, başkalarının cümlelerini kurmaya alışmışım. Bu alışkanlığı kırmaya çalıştığımı farkettim son zamanlarda, yeniden kendi iç dünyamın dilini bulmaya çalıştığımı...
Emin İgüs albümün kitapçığında "türküleri kendi düşüncelerimizde bir yere oturtmaktansa, kendi duyarlılığımızı türkülere teslim etmeye çalıştık" diyor. Teslim etmek. Teslim olmak. Kendini bırakmak. Rasyonel, sınırlı, ayakları yere basan, dünyevi bir tecrübe değil bu. Sevindiğim tek şey, ben bunu yapmayı biliyordum. Bisiklete binmeyi öğrenmem gerekmiyor. Sadece bisiklete binmeyi hatırlamam gerekiyor.
Ancak bu şekilde, sadece bir önceki andan, bir önceki günden, bir önceki yıldan destek almaz olacak bu bünye, Üçkuyular'daki karanlık odasında Ezginin Günlüğü dinleyen çocukla yanyana oturacak, kendi köklerine varacak. O zaman yaşadığı her yeni günün anlamsızlığından kurtulmak için kendini yeni bir işin hengamesine atma düşüncesinden kurtulacak.
Sağolasın Emin Abi.
Yorumlar
O arkadaş da benim be, evet sayın seyirciler, "Platonik aşk benim olayım değildir,".
Çok, çok seviyorum ben sizi, canlarım benim yaa.
tek bir farkla ben orhan gencebay
dinlerdim yıllar sonra bile bazan rüyalarıma girer ki ben çok fazla rüyada görmem o gün tarif edilmez
bir mutluluk,bir hüzün,bir acı ve
nostalji kokteyl olup boğazımdan
dökülür ve hiç olmadığım kadar
sarhoş olurum.lanet bloğunu okuyunca aniden sarhoş olma isteğim
doğdu ama bu saatte içki alabileceğimi sanmıyorum.
Bi de bu ...Halbuki beni ben yapan kendi kendime eğleşmek için uydurduğum dünyalardır...
İyi halt ettin bunları dedin de, zaten kafam çok karışık!
Sağolasın güzel insan. Bugün bana yaşattığın huzur için... hüzün için...
emin igüs arada nazım hikmet kültür merkezi'nde çıkıyor. orada hocalık da yapıyor bildiğim kadarıyla.
bunların hiçbiri konunun özü değil, ama öze diyebilecek bir şeyim yok. sevgiler, saygılar...