Ana içeriğe atla

Hayvan mısın kardeşim?! Evet lan var mı!

İki ayağımızın üstünde, ön ayaklarımızı kullanmak zorunda kalmadan dengeli ve dik bir şekilde durmaya başladığımız gün -ki bu dik durma hadisesinin nedeni de Adem salağının yasak elmaya ulaşmaya çalışmasıdır- kendimizi dünya üstündeki canlı ya da cansız her şeyden üstün görmeye başladık. Halbuki insan yürüyebilen bir hayvan türüdür. Zevcemle bir türlü anlaşamadığımız noktalardan birisi de bu. Ben inatla insanın bir tür hayvan olduğunu söylüyorum. O da inatla yaratılanların en mükemmeline hayvan diyemeyeceğimi söylüyor.




İşin şakası bir yana zevcemin de benim de yüzyıllardan beri süregelen hümanist geleneğin birer ürünü olduğumuz gerçeği su götürmez. Öte yandan ben 30 yaş krizimin en dip ve karanlık noktalarında dolaşırkene kendi kendime "Peki ama insan aslında bir tür hayvansa?" sorusunu sormuş ve bu soruya "Evet lan!" diye cevap vermiştim. Beni zevcemden ayıran nokta bu aslında.



İnsanın bir tür hayvan olduğunu kabul ettiğim andan, yani yüzyılların hümanist felsefesini bir kenara koymayı başardığım andan itibaren bir sürü şey kafamda oldukça netleşti. Hümanizmanın reddi, onun dallarından gelişen bir tarafı Marx'a diğer tarafı Niçe'ye uzanan dev bir yelpazeyi de bir kenara bırakmak anlamına geliyor aslında. İşin belki iyi, belki kötü tarafı kapitalizmi anlamaya başlamam oldu. Anlamaktan kastım işleyişini anlamak değil aslında, daha çok sistemin neden böyle işlediğini anlamak. Büyük balığın küçük balığı yutmasının normal olduğunu anlar oldum. Şirketlerin de insan denen hayvanlar tarafından oluşturulan sanal organizmalar olduğunu anlar oldum. Bir şirketin aslında Darwince söylersek bir tür. O türün kendi devamını sağlamak için kendisiyle aynı kısıtlı kaynakları kullanan diğer türlere karşı bir savaş veriyor, onlara ya da daha alt türlere acıması mümkün değil, yoksa kendisi yok olur, bu savaş sırasında kendini mükemmeleştirmek zorunda, evrilmek zorunda, bunun için de sürekli devinim halinde olmak zorunda, "ben doydum, yeterince büyüdüm, bu bana yeter, bundan sonra tadını çıkarayım" deme hakkı yoktur. Dediği takdirde yok olur. Bunları anlayınca, kapitalist sistemin de bu "tür"lerin birlikte yaşadığı bir flora ve fauna olduğunu varsayınca her şey daha kolay anlaşılır hale geldi gözümde.



İnsanın bir tür hayvan olması meselesine geri dönelim. İnsan doğadaki en korkak ve güçsüz türlerden birisi aslında. Herhangi birimizi, çırılçıplak savana bırakalım. Hadi bir zamanlar tüylü olduğumuzu varsayalım, giyinik bırakalım. Ama elimizde avucumuzda hiçbir şey olmadan. Diğer hayvanlar gibi tamamen kendi vücudumuzun savunma olanaklarını kullanacak şekilde. Dört gün değil dört saat sonra kemiklerimizi bulamazlar. Bu kadar savunmasızız aslında. İnsanı insan yapan, diğer hayvanlardan ayıran şey, o muazzam, düşünebilme yeteneği. Akıl yürüttük, çıkarım yaptık, soyutladık ve ürettik. Önce bir sopayı kırdık, karınca yuvasına soktuk, yukarı yürüyen karıncaları yedik, aynı şeyi bugün şempanze kardeşlerimiz de beceriyor. Ama biz daha da ilerisine gittik, mızrak ucu yaptığımız, ateşi kullanmayı öğrendiğimiz noktada zaten dünya boku yedi. Dünyanın yeni efendileri biz olmuştuk çünkü. Korktuğumuz ve savunmasız olduğumuz için doğadan hızla uzaklaşmaya başladık. Ecnebi masalı vardır üç küçük domuz ve hain kurt diye. Bilen bilir, bilmeyen ekşiye baksın. O masal boşuna yazılmamıştır, insan ırkının doğadan ve yırtıcılardan korunmak için geliştirdiği barınma kültürünü bir lahzada anlatıverir. Aynı o masaldaki domuzlar gibi insan da kendisini malzemesi ne olursa olsun, dışarıyla bağlantısını kesen, onu dışarıdan koruyan bir mekan ürettiği anda cennetini bulur. O iç mekan, o ana rahmi replikası, kağıttan bile olsa korunma yanılsamasını yaratır. Doğa yıktıkça insan daha iyisini yapar. En sonunda Burj El Arab'a kadar gelir hadise. Mekana sahip olmak, açıkta olma, savunmasız olma fobisini sakinleştiren tek çözümdür. İnsanlar sürüler halinde yaşarlarsa hayatta kalabileceklerini çözdüklerini için bir mekanın yanına diğer dikilir, sonra bir diğeri, sonra bir başkası, köyler, kasabalar, şehirler, metropoller, megapoller oluşur. Şehrin sınırları vardır. Surlar bu sınırları belirtmeye yarar. Modern dünyada surlar yoktur. Onun yerine şehir tabelaları vardır. Basit bir tabela size şehrin sınırları içine girdiğinizi söyler, haritadaki çizgiler surların yerine geçer. Şehre girdiğiniz andan itibaren o şehrin yargı, polis, belediye gibi kavramlarıyla yüzleşirsiniz. Kuralları onlar belirler. Bir duvarına işeyebileceğiniz şehirler de vardır, sokağında sakız çiğneyemeyeceğiniz şehirler de.



İnsanın bir tür hayvan olduğunu göz önünde bulundurunca şehrin ne kadar şizoid bir şey olduğu daha da net ortaya çıkar. İnsan denen bir tür hayvan ölmekten çok korkmaktadır. Doğa onu öldürmek için aportta beklemektedir. İnsan da bin yıllar süren bir evrim sonucunda içinde güven duyarak yaşayabileceği bir ortam yaratır. O ortama su taşır, her türlü atığını o ortamın dışına taşır, o ortamda aydınlanır, ısınır, korunur. O ortama kendi kontrolünde gelişen bir doğa parçası (Parklar) koyar. Evet sel olur, deprem olur, yangın çıkar, yıldırım çarpar. Doğa hala puştluk yapmaktadır ama zaten şehirlerin ve binaların evrimi daha bitmemiştir ki. Evrim sürecin en üst aşamasındaki mimari yapılar bütün bu doğal felaketlere karşı koyabilen yapılar olma çabasında değil midir?



Sonuç olarak şehir doğal bir şey değildir. İnsanın hasta kafa yapısının ve korkularının bir ürünüdür. İnsan doğada, açık alanda yayıla yayıla oturmaktansa doğadaki bir takım canlıları taklit ederek, üst üste alt alta yaşamayı tercih etmiş bir manyaktır. Ama bu mekansal tasarımın arızaları bile (komşularla kavga etmek, bir uçağın binaya çarpması gibi) onu doğayla yüzyüze gelmek kadar korkutmaz. O şehirde mutludur. O dört duvar arasında mutludur. Yeter ki doğa onu öldürmesin.



İnsan binlerce yıllık gelişimi içinde hep zayıf, korkak ve ölümlü bir hayvan olduğu gerçeğinden kaçmaya çalışmıştır. İnsanın kendini ve aklını yüceltmesi hümanizmin gelişmesiyle tepe noktasına varır. Ama her ne kadar unutmaya çalışsa da aslında insan bir hayvandır ve hayvanlar doğada yaşarlar. Apartman dairelerinde değil. Köpeklerimizin ya da kedilerimizin neden depresif manyaklar olduğunu, onları doğaya saldığımızda koştuklarını, zıpladıklarını, avlandıklarını ve bütün bunları yaparken bizi neden bir taraflarına takmadıklarını anlamakta zorluk çekeriz. Aslında sebebi budur. Her gün kilometrelerce koşması, karnını doyurmak için binbir takla atması gereken hayvanları hayattaki gerçek rollerini sallamadan alıp bizimle birlikte apartmanlara tıkıyoruz. Onlar bizden çok daha fazla yabancılaşıyorlar yaşadıkları mekana. Ama biz de yabancılaşıyoruz. Ne kadar inkar etmek istesek de içimizdeki hayvan kendini dışarı atmak istiyor, avlanmak istiyor, toplamak istiyor, yağmurun altında titremek istiyor, ayağında başka hayvanların derilerinden ya da plastikten yapılma korunaklar olmadan toprağa basmak istiyor. Doğanın içinde hayatta kalmak için debelenirken acı çekmek istiyor, yaralanmak, kanamak istiyor. Çünkü bunlar organizmanın uyaranlarıdır. Çünkü bu uyaranlar organizmayı diri tutar. Çünkü bu dirilik sayesinde organizma evrimini mükemmelleştirir.



Hareket etmeyenlerimiz obez oluyor, hareket edenlerimiz ise bunu yürüme bantlarında, bir takım demir ağırlıkları kaldırarak ya da sınırları belli olan bir deniz kopyasında yüzerek yapıyor. Bu şizofrenlik değilse nedir? Dışarıda sana bütün bu hareketleri yaptıracak bir doğa varken, korunaklı bir mekanın içinde doğada yaptığın hareketleri taklit ediyorsun. Bu ne!



Sonuç olarak insan bir hayvandır. Ve bu hayvan kendi gerçek ortamına, doğaya dönmek istiyor. Ama biz onu sürekli bastırıyoruz, engelliyoruz, duymazdan geliyoruz. İçimizde öyle bir hayvan yokmuş gibi davranıyoruz. Böyle yaparak meseleyi çözdüğümüzü düşünüyoruz. Ama çözmüyoruz. Onun yerine kalp ve damar hastalıklarımız, kanserimiz, radyasyonumuz, milyonlarca kişi bir arada yaşamaktan kaynaklanan streslerimiz, gittikçe bozulan ve her nesle daha da kötü aktardığımız bir genomumuz var.



Hafta sonu şehrin keşmekeşinden kaçıp kendini doğaya atıp rahatlamak, ciğerlerimizin temiz havayla bayram etmesi, ayaklarımızı toprağa basıp negatif elektriği vermek. Bunları ve bunlara benzer cümleleri bu yazının ışığında bir kere daha okuyun. Ulan biz normalde, -yani diğer hayvanlarla aynı doğayı paylaşırken- zaten bunları yapıyorduk! Bunlar ne ara lüks haline geldi .mına koyim ya!



Ben fırsat buldukça zıpkınla balık avlıyorum. Evet, avlanmak çok temel bir içgüdü, özellikle erkekler için. Zaten kabul ettiğim hayvan tarafımı besliyorum avlanarak. Ama onun dışında da dünyanın en zevkli uğraşlarından birisi benim için. Avlanırken su altındaki canlıları seyrediyorum, etrafımda dolaşan, vurmayacağım türde ya da ebattaki balıkları ya da kabuklu/kabuksuz bütün deniz canlılarını. Kaçıyorlar, kovalıyorlar, ölüyorlar, öldürüyorlar, saklanıyorlar, saldırıyorlar ama hiçbiri saldırıya açık olmayı, incinebilir olmayı kompleks yapmıyor. Hiçbiri ölmekten korkmuyor. Hiçbiri kendine denizin dibinde denizle miminum ilişkide olan bir akvaryum kurup içinde yaşamaya kalkmıyor. Su altında olmayı, denizde olmayı seviyorum. Bana gerçekte ne olduğumu ve nerden geldiğimi hatırlatıyor.

I am an animal and proud of it!



Yorumlar

Adsız dedi ki…
Hımmm... yine gözel ve düşündürücü bir yazı oldu şahsım için.
Gökhan dedi ki…
şükran ya seydi :)

Bu blogdaki popüler yayınlar

DEVRİM YAPACAADIK DA BİZİ BU İNTERNET BİTİRDİ

bu foto sadece erkek veya lezbiyen veya biseksüel okuyucunun dikkatini yazıya çekmek için konmuştur. Görsel meta tüketimi de insanda "çünkü ben buna değerim!" duygusu yaratıyor. "Koçum benim! Bunların hepsi sana vermek istiyor! Bak nasıl da sıraya girmişler" Son bir kaç gündür tuvalet kitabım Fransa'da 68'de neler olduğunu anlatan, unuttuğum adı da bu minvalde bir şey olan bir kitap. Ondan önce de Vietnam Savaşı'nı okuyordum. Benim için sanıyorum tuvalet aynı zamanda bir okuma mabedi haline gelmiş durumda. Tuvalet dışında okuyamıyorum. İşteki tuvalette ayrı kitap evdekinde ayrı kitap okuyorum. İşteki tercihlerim genelde kafa dağlamayan Amerikan romanları. Bir yandan Gore Vidal'in Düello'sunu bir yandan da Mario Puzo'nun Omerta'sını okuyorum işte. Evde ise genelde araştırma kitaplarından daha fazlasını almıyor kafam. Bazen sırf kitap okumak için çişim olduğu halde takılıyorum tuvalette. Evet manyağım belki, ama sanırım dış dünyanın t

"Makinalaşmak İstiyorum" Şiiri Üzerine

Virgillius'un şu yazısını okuduktan sonra bir cevaba girişip yorum kısmına koyacak oldum. Fekat yorumun limitlerinin almayacağı bir yazıya dönüştüğü için yazacaklarım, buraya almaya uygun görmüş bulunmaktayım efenim. Üstat hazır sen yokken meydanı boş bulup atıp tutayım biraz. “Makinalaşmak İstiyorum” şiiri Nazım Hikmet'in şiirinin gelişme döneminde denediği Fütürist akım dahilindeki bir iki şiirinden birisidir. Fütürist akım İtalya'da Marinetti tarafından başlatılmış daha sonra özellikle Rusya'da faşizme olan açık desteği paranteze alınarak geçmişe dair herşeyi reddeden cesur tavrı öne çıkarılarak Mayakovski ve Hlebnikov tarafından uygulanmıştır. Mayakovski'nin şiirinin bu kadar sert, açık ve kavgacı olmasının sebebi şairin manyak bakan gözleriyle birlikte bu akımdır. Nazım Hikmet'in KUTV'da eğitim görürken okuduğu ve çarpıldığı bu şiir biçimine öykünerek yazdığı bir şiirdir “Makinalaşmak İstiyorum” Biçimsel olarak oldukça özel bir yer tutar Türk şii

Aklıma Takılanlar

Kışın kafelerde, metrolarda filan bir kere bile kitap okuduğunu görmediğim yurdum burcuva kızı neden güneşlenirken kitabına gömülür? Ben biliyom nedenini de, ayıp değil mi güneşin altında kavrulan o zavallı kitabın yapraklarına be güzel ablam ama ya!