Bizden çok iyi kara kuşak sahibi insanlar yapabilirlerdi. Biz ara kuşaktan...
Bizden bir önceki kuşak darbeye kadar aslanlar gibi sokakta çarpışıyordu, kahve tarıyordu, pusu kuruyordu, kırsalda kurtarılmış bölgeler oluşturuyordu. Sadece solculardan bahsetmiyorum, ülkücüleri de katıyorum işin içine. Sonra darbe geldi, analarını belledi.
Biz darbeye açtık gözümüzü. Kenan Amca'yı dinleyerek geçti gecelerimizin bazıları. "Türk, öğün, çalış, güven!" ve "Çalışan kazanır elması kızarır" cümleleriyle büyüdük. Sert bir disiplinle yetiştirilen son kuşaktık. Ahlaki ve insani altyapısı kuvvetli son kuşak. O yüzden kara kuşak alabilirdik zorlanmadan. Yap deselerdi yapardık. Atom Karınca ve Aşk Gemisiyle eğliyorduk kendimizi. Dünya hala iki kutupluydu, iyiler ve kötüler. İyi ve kötü ne taraftan baktığına göre değişiyordu. Ben Rambo'nun Afgan Mücahitlerle at üstünde Sovyet askerlerine bazuka atmasına sevinirdim çocukken. Sonra "bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" yaşamaya inandım ergenliğimde.
Sonra duvar yıkıldı. Sovyetler dağıldı. Arkasından müthiş bir fakirlik ve sıradanlık çıkıverdi. Devletin etiyle, kanıyla, damarlarıyla yaşayan bir organizma haline geldiğini anladık o koskocaman ülkede. Lenin ve Stalin heykellerini yıktı Lenin'in ve Stalin'in insanları. O zaman anlamadım fena halde göte geldiğimizi, sonradan çözdüm.
Katı olan her şey buharlaşıyordu. Marks'ın katı hali bile...
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Osmanlı'yla bağlarını koparmıştı. Geçmişimize dönüp delikanlı bir bakış atamıyorduk maalesef. 12 Eylül ikinci kopuşu gerçekleştirdi. Ülkenin 60 yıllık tarihini çöpe attı. Geriye dönmeyi, dönüp de bakmayı yasakladı. Annelerimizi, babalarımızı da o kadar fena korkutmuş ki o geçmiş, bize bir gün olsun anlatmaya çalışmadılar onu. Bize ve yeni doğan kardeşlerimize hep aynı şeyi öğrettiler:
"Kurtuluş Savaşı oldu, Cumhuriyet kuruldu, Devrimler yapıldı. Tamam işte bu kadar, sonrasını öğrenmeniz gerekmiyor!"
Yerli malı haftasında patlıcan turşusu yiyerek büyüdük biz. Yerli malı muz bile alay konusu olurdu sınıfımızda. Yerli malı muz mu olur salak! Ama bu Anamur muzu?
Sonra bir şeyler hızla değişmeye başladı. Ülke açılıp saçıldı. Her zaman söylerim bir kere daha söylüyorum. Kötü olmadı. İyi oldu. Muasır medeniyetler seviyesine üç adım atlamayla geliverdik. Artık onlardan bir eksiğimiz yok. Her şeyimiz var. Ama Paris'te lise öğrencileri yürüyüş yaparak şehri kilitlediklerinde benim içim cız ediyor. Ama Yunanistan'da tarım işçileri AB Tarım yasalarını protesto etmek için karayollarını kapattığında içim cız ediyor. Ama Amerika'da Yazarlar Birliği grev yapıp da dev bir sektörü kilitleyiverdiğinde benim içim cız ediyor.
Benim kuşağım belli kodlarla yetiştirildi. Bunlar duvarın yıkılmasından önceki kodlardı. Bunlar kendi yağında kavrulmaya çalışan fakir bir ülkenin kodlarıydı. Bu kodlara uygun olarak hayatımızı kurmaya çalıştıkça savrulduk. O kodların yerini hızla yeni kodlar almaya başlamıştı çünkü. "Benim memurum işini bilir"den "Önce can sonra canan"a kadar uzanan, bireysel kurtuluşu yüceltip toplumsal dayanışmayı ezen kodlar. Afalladık doğal olarak, önce isyan ettik, reddettik bu kodları.
Sonra baktık ki herkes almış başını gidiyor, birileri sürekli omzumuza, başımıza basarak yükseliyor, eskiye dair hiçbir kural tanınmıyor, korktuk, panikledik, biz de saldırdık. Ne kadar saldırmadığımızı söylesek de saldırdık, göz oyduk, ayağa bastık, ittik, kaktık, kendimize bir yer bulmaya çalıştık bu arbedenin içinde. İçimizden bir ses sürekli uyarıyordu, yanlış olduğunu söylüyordu yaptığımızın. Ama onu dinlemek geride kalmakla eş anlamlıydı, onu duymamak için elimizden geleni yaptık, daha çok çalıştık, daha çok harcadık, daha çok koştuk, duymamak için yorulduk sürekli, yorulunca da uyuduk, rüyalarımıza girdi ama önemli değil, Freud'u yemişim, ne de olsa rüyalar rüyadır sadece.
Büyüdük, otuzlu yaşlara geldik. Kıçımıza azıcık bir yer bulabildiğimizde bir an durduk, yorulurken ve uyurken duymadığımız, duymamaya çalıştığımız ses bitiverdi kulağımızın dibinde. Bir tek soru sordu bize ve dağıldık. "Değdi mi?"
Kendi hazzımız, kişisel kurtuluşumuz sandığımız onca ıvır zıvır için kimleri incitmedik ki? Değdi mi?
Bu soru sık sık yankılanır benim kafamda. Ne kadar uzaklaştırmaya çalışsam da, ne kadar duymazdan gelsem de, gecenin bir köründe bir türlü susmak bilmeyen bir araba alarmı gibi dipten derinden rahatsız eder sürekli. Durmaz.
Değdi mi?
İşte bu yüzden kafam fena halde karışık, işte bu yüzden caput magnus confusus.
Bizden bir önceki kuşak darbeye kadar aslanlar gibi sokakta çarpışıyordu, kahve tarıyordu, pusu kuruyordu, kırsalda kurtarılmış bölgeler oluşturuyordu. Sadece solculardan bahsetmiyorum, ülkücüleri de katıyorum işin içine. Sonra darbe geldi, analarını belledi.
Biz darbeye açtık gözümüzü. Kenan Amca'yı dinleyerek geçti gecelerimizin bazıları. "Türk, öğün, çalış, güven!" ve "Çalışan kazanır elması kızarır" cümleleriyle büyüdük. Sert bir disiplinle yetiştirilen son kuşaktık. Ahlaki ve insani altyapısı kuvvetli son kuşak. O yüzden kara kuşak alabilirdik zorlanmadan. Yap deselerdi yapardık. Atom Karınca ve Aşk Gemisiyle eğliyorduk kendimizi. Dünya hala iki kutupluydu, iyiler ve kötüler. İyi ve kötü ne taraftan baktığına göre değişiyordu. Ben Rambo'nun Afgan Mücahitlerle at üstünde Sovyet askerlerine bazuka atmasına sevinirdim çocukken. Sonra "bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" yaşamaya inandım ergenliğimde.
Sonra duvar yıkıldı. Sovyetler dağıldı. Arkasından müthiş bir fakirlik ve sıradanlık çıkıverdi. Devletin etiyle, kanıyla, damarlarıyla yaşayan bir organizma haline geldiğini anladık o koskocaman ülkede. Lenin ve Stalin heykellerini yıktı Lenin'in ve Stalin'in insanları. O zaman anlamadım fena halde göte geldiğimizi, sonradan çözdüm.
Katı olan her şey buharlaşıyordu. Marks'ın katı hali bile...
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Osmanlı'yla bağlarını koparmıştı. Geçmişimize dönüp delikanlı bir bakış atamıyorduk maalesef. 12 Eylül ikinci kopuşu gerçekleştirdi. Ülkenin 60 yıllık tarihini çöpe attı. Geriye dönmeyi, dönüp de bakmayı yasakladı. Annelerimizi, babalarımızı da o kadar fena korkutmuş ki o geçmiş, bize bir gün olsun anlatmaya çalışmadılar onu. Bize ve yeni doğan kardeşlerimize hep aynı şeyi öğrettiler:
"Kurtuluş Savaşı oldu, Cumhuriyet kuruldu, Devrimler yapıldı. Tamam işte bu kadar, sonrasını öğrenmeniz gerekmiyor!"
Yerli malı haftasında patlıcan turşusu yiyerek büyüdük biz. Yerli malı muz bile alay konusu olurdu sınıfımızda. Yerli malı muz mu olur salak! Ama bu Anamur muzu?
Sonra bir şeyler hızla değişmeye başladı. Ülke açılıp saçıldı. Her zaman söylerim bir kere daha söylüyorum. Kötü olmadı. İyi oldu. Muasır medeniyetler seviyesine üç adım atlamayla geliverdik. Artık onlardan bir eksiğimiz yok. Her şeyimiz var. Ama Paris'te lise öğrencileri yürüyüş yaparak şehri kilitlediklerinde benim içim cız ediyor. Ama Yunanistan'da tarım işçileri AB Tarım yasalarını protesto etmek için karayollarını kapattığında içim cız ediyor. Ama Amerika'da Yazarlar Birliği grev yapıp da dev bir sektörü kilitleyiverdiğinde benim içim cız ediyor.
Benim kuşağım belli kodlarla yetiştirildi. Bunlar duvarın yıkılmasından önceki kodlardı. Bunlar kendi yağında kavrulmaya çalışan fakir bir ülkenin kodlarıydı. Bu kodlara uygun olarak hayatımızı kurmaya çalıştıkça savrulduk. O kodların yerini hızla yeni kodlar almaya başlamıştı çünkü. "Benim memurum işini bilir"den "Önce can sonra canan"a kadar uzanan, bireysel kurtuluşu yüceltip toplumsal dayanışmayı ezen kodlar. Afalladık doğal olarak, önce isyan ettik, reddettik bu kodları.
Sonra baktık ki herkes almış başını gidiyor, birileri sürekli omzumuza, başımıza basarak yükseliyor, eskiye dair hiçbir kural tanınmıyor, korktuk, panikledik, biz de saldırdık. Ne kadar saldırmadığımızı söylesek de saldırdık, göz oyduk, ayağa bastık, ittik, kaktık, kendimize bir yer bulmaya çalıştık bu arbedenin içinde. İçimizden bir ses sürekli uyarıyordu, yanlış olduğunu söylüyordu yaptığımızın. Ama onu dinlemek geride kalmakla eş anlamlıydı, onu duymamak için elimizden geleni yaptık, daha çok çalıştık, daha çok harcadık, daha çok koştuk, duymamak için yorulduk sürekli, yorulunca da uyuduk, rüyalarımıza girdi ama önemli değil, Freud'u yemişim, ne de olsa rüyalar rüyadır sadece.
Büyüdük, otuzlu yaşlara geldik. Kıçımıza azıcık bir yer bulabildiğimizde bir an durduk, yorulurken ve uyurken duymadığımız, duymamaya çalıştığımız ses bitiverdi kulağımızın dibinde. Bir tek soru sordu bize ve dağıldık. "Değdi mi?"
Kendi hazzımız, kişisel kurtuluşumuz sandığımız onca ıvır zıvır için kimleri incitmedik ki? Değdi mi?
Bu soru sık sık yankılanır benim kafamda. Ne kadar uzaklaştırmaya çalışsam da, ne kadar duymazdan gelsem de, gecenin bir köründe bir türlü susmak bilmeyen bir araba alarmı gibi dipten derinden rahatsız eder sürekli. Durmaz.
Değdi mi?
İşte bu yüzden kafam fena halde karışık, işte bu yüzden caput magnus confusus.
Yorumlar
ama "değdi mi" sorusu sanki insanın varoluşu kadar eski gibi geliyor bana. insan önce yapıp sonradan düşünen bir varlık olduğu için... havva, kabil, yahuda, hitler'in askerleri, sibel can, hatta her anne-baba bile sormuş olabilir bu soruyu kendine. galiba bir tek kenan evren sormadı.
78'lilerin değil hepimizin geleceğini bellediler