İstanbul'a dair sevmediğim bir çok şey var. 18 yaşında tek başıma geldim bu kodumun memleketine. Bir iki hafta kadar Beyoğlu öğretmenevinde kaldım. Sonra sadece bir iki günlüğüne Armada otelinin önündeki nefis manzaralı öğretmenevinde. Sonra bana "çık" dediler. Öğrenciyim, bir yandan kayıtla uğraşıyorum, bir yandan kalacak yer arıyorum. Hayatım boyunca yurt gibi mekanlardan hiç hazzetmediğim için kendime bir ev ve doğal olarak ev arkadaşı arıyordum. Ama kimseyi tanımıyordum, İzmir'den İstanbul'a okumaya gelen nerdeyse bütün lise arkadaşlarım kızdı, erkeklerse yurda vermişlerdi kendilerini. Sevgilimin yanında kalamıyordum çünkü ailesi de onunla birlikte gelmişti. Bir takım uğraşlar ve git geller sonucunda okulun Göztepe kampusunda, dekanlığın yani kayıt işlemlerini yaptırmamız gereken merkezin Bahçelievlerde olduğunu öğrenmiştim. İstanbul'u bilmeyenler için yaklaşık 40 kilometrelik bir mesafeden bahsettiğimi söyleyeyim.
O zamanlar ben de bilmiyordum İstanbul'u. Yanımda kimse yoktu. Herşeyi el yordamıyla, düşe kalka, yanıla yanıla buluyordum. "Bahçelievlerde bir kola fabrikası var, onun hemen arkasında" demişlerdi dekanlık için. Atladım otobüse, Mecidiyeköy'de otobüs değiştirdim. Yanlış otobüse bindiğimi anlayınca E-5'te inip binmem gereken otobüsü beklemeye başladım. Ona bindikten sonra az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim, yol bir türlü bitmek bilmedi. Gözüm sağ tarafta kola fabrikası arıyor. Uzakta bir kola fabrikası gördüm. Pepsi'nin fabrikasıydı. Mantığını iyi çalıştıran bir insanımdır. Bir yol üzerinde aynı anda kaç tane kola fabrikası olabilir ki. Eğer İstanbul'dan bahsediyorsak iki. Ben yanlış fabrikada inmiştim. Pepsi fabrikasının önünde indim. Arkasına doğru uzuuun bir yolculuğa çıktım. Üniversiteye benzeyen bir şey arıyorum. Üniversite imajı nedir? Bir takım yeşilliklerin arasında bir bina, etrafında gençler. İstanbul'da daha önce gördüğüm tek üniversite Boğaziçi çünkü. Uzun, gereksiz ve beni kan ter içinde bırakan bir yolculuğun sonunda doğru yolda olmadığımı anladım. Yoldan geçen gençten birine sorduğumda üniversitenin "coca-cola" fabrikasının arkasında olduğunu öğrendim. Allah belanızı versin!
E-5'e döndüm tekrar. İndiğim otobüsün gittiği istikamette bir-iki kilometre kadar daha yürüdüm. Kan ter içinde kaldım, ne zaman nerede kalacağımı bilemediğim için, sırt çantamda yedek pantalon ve tişört taşıyordum. (Bavullarımı Beyoğlu öğretmenevinde saklamama izin vermişlerdi. Ama sadece bavullarımı) Bir benzinci gördüm, tuvaletine girdim, sırılsıklam olan tişörtümü değiştirdim. Sonra yoluma devam ettim. Gerçekten de şerefsiz coca-cola, şerefsiz pepsi'ye inat olsun diye biraz uzağına fabrika açmıştı. Hemen önünde de otobüs durağı vardı. Üç dört metreye kadar yükselen şişe kola kasalarından oluşan kulelerin arasından bir yaya yolu geçiyordu. Onları görünce aklıma ilk gelen şey "Eskiden 1 litrelik cam şişeler vardı, n'oldu ki onlara?" idi. Bir takım binaların arasından geçtim, binalar devlete ait binalardı, kötü renkler, bakımsızlık, biraz sonra bir kapıdan elindeki dosyaları fırlatarak Oğuz Atay çıkacak gibiydi.
Neyse uzatmayayım, onları da geçip Bahçelievlerin derinliklerine daldıktan sonra geri döndüm. Dekanlık meğersem orasıymış. Kayıt yaptırma tecrübemi anlatmıyorum bile. Herhangi bir devlet dairesindeki prosesin aynısıydı. Herşey yarım söylenir, defalarca aynı adamın ya da kadının önüne gelirsiniz, sizi salak konumuna kendisi düşürdüğü halde doğuştan salakmışsınız muamelesi yapar, fakat damga onun elinde olduğu için, o anda devletin kendisi o olduğu için, "senin deee... yapacağın işin deeee" diye sövemezsiniz kendisine vs. vs. vs.
Nihayet üniversiteye kaydımı yaptırdıktan sonra geriye en basit sorunum olan barınma kalmıştı. Öğretmenevleri torpil sınırını geçtiğim için bana kapılarını açmıyordu. Yurda başvurmamak için inat etmiştim. Erkekliğe bok sürdürmemek için Kadıköy'de Rıhtım Caddesi'nin ara sokaklarında bir otel bulmuştum. Çok az param vardı ve aileme daha fazla yük olmak istemiyordum (Salaaaak! Salaaaak!) Bugünün parasıyla 20 liraya filan bir oda buldum. Odada benim haricimde üç kişi daha kalıyordu. Onları sadece uyurken gördüm. Ben uyandığımda gitmiş oluyorlardı. Onlar da beni uyurken görüyorlardı ve yastığımın altına sakladığım çatalı hiç görmediler. Evet, ucuz yemek satan lokantaların birinden çatal çalmıştım ne olur ne olmaz diye. (Yıllar sonra salaş bir otelde kalan Deniz'e yaptırdım aynısını)
Odada doğal olarak banyo yoktu. Hayatımda hamama gitmedim, erkeklerin birlikte yıkandıkları yerleri sevmem, umumi duş filan da bana göre değil, en baba spor salonunda bile hiç adetim olmadığı halde bir bakteri-mikrop-mantar paranoyasına kapılırım hala. Banyo yapmaya gidebilecek kimsem de yok. Sevgilim söylediğim gibi ailesiyle birlikte o sırada, yeni okulumdan da kimseyi tanımıyorum doğru dürüst. Bütün bunlar bir araya gelince doğal olarak kokmaya ve kendimden nefret etmeye başladım.
Yıllar önce Aziz Nesin "Nazım yıkanmayı sevmezdi" diye yazmış. Kraldan çok kralcılar üstüne yürümüşler "Sen Nazım'a nasıl pis dersin!" diye. Aziz Nesin de "Ben Nazım pisti demedim. Yıkanmayı, suyu sevmezdi dedim. Düzenli olarak kolonyayla silinirdi" demiş. Yıkanmayı sevdiğim halde -Şu anda da duştan çıktım, diri fücudumu ve kaslı adaalelerimi zor örten bir bornozla yazıyorum bu yazıyı (Üstünde ne var şu anda? diye soracak olan bağyan okuyucuya selam olsun!)- o dönem bir süre kolonyayla silindim ben de. Ama nafile, suyun yerini tutmuyor.
Bir gece böyle leş leş dolaşırken Kadıköy Çarşısı'nda Cem Sevinir çıktı karşıma. Liseden Musevi bir arkadaşım. Dokuz Eylül'ü kazanmıştı. Sarıldık marıldık. Niye orada olduğunu sordum. Musevi olimpiyatları için geldiklerini söyledi. İzmir voleybol takımı olarak, maç yapacaklar, kazanırlarsa İsrail'e gidecekler. Rıhtım Otelinde kalıyorlar. Kadıköy'deki en iyi oteldi o zaman. Hala da öyledir sanırım. Otele kadar yürüdük muhabbet ederek. En sonunda dayanamadım ve odasında banyo yapıp yapamayacağımı sordum. Cem sanki kendisinden çokoprens istemişim gibi o kadar doğal ve beklemeden "Tabi abi!" dedi ki... O anı, o samimiyetini ve bana yaptığı bu kral kıyağı hiç unutmam. Girdim kendimi sıcak suyla yaka yaka nefis bir banyo yaptım. Cem üstüme giyecek bir şeyler verebileceğini söyledi. Teşekkür ettim, kaldığım otel ve eşyalarım yakındaydı. Binlerce kere teşekkür ettim ona, sonra üstümde pis kıyafetlerimle ama bedenimin temiz olduğunu bilerek otelimin yolunu tuttum.
Bir kaç gün sonra da kuzenimin diğer taraftan kuzeni olan bir arkadaşın üç arkadaşıyla birlikte kaldığını ve ev arkadaşı aradıklarını öğrendim. Zıpladım gittim. Çiçekçi'de bir bodrum katı. İsterse cehenneme yakın olsun fark etmez. Bana ait bir oda, başımı yaslayabileceğim bir yastık ve banyo yapabileceğim bir ihlas şofben. İstanbul'daki ilk evimi bulmuştum. (O evle ilgili yıllar önce yazdığım bir hikayeyi de buraya aktarırım bir ara)
Bu yazıya lodostan niye nefret ettiğimi anlatmak için başlamışken kendimi anılarımı yazarken buldum. Devamını getirmeye karar verdim. Aklıma geldikçe, ki sabahları aklıma geliyor geçmişim, beynim henüz boşken, dökerim buraya. Kişisel tarih önemli.
Lodosa gelince, beni çok rahat ettirmedi bu şehri İstanbul. Bunda benim hatalarımın da payı vardır elbette. Aileme yük olmamak gibi bir derdim vardı, şimdi dönüp baktığımda biraz önce paranteze yazdığım gibi "Salaaak! Salaaak!" diyorum kendime. Ama bir yandan da çok iyi yapmışım diyorum. İstanbul'un bir çok yerini iyi bilirim ben. Çok gezdim, bazen sokak sokak. Dedim ya zorladı beni bu memleket. Bütün zorluklarıyla mücadele ettim, bazen yenildim bazen yendim. Ama lodos denen bu boku yenmem mümkün olmadı hiç. Dün gece, elim hiçbir şeye gitmiyor, ne yazabiliyorum, ne televizyonun başında rahatım, ne kızlarla oyun oynayabiliyorum. Sürekli derin derin "hoooooh!" çekiyorum. Başım ağrımıyor ama ensemde bir bulanıklık. "Ya siktiret atla Gökhan!" dese birileri düşünmeden atacağım kendimi aşağı. "Lodos var" dedi zevcem. "Ben de iyi değilim."
İstanbul'un hiçbir şeyinden çekmedim şu lodosundan çektiğim kadar. Sırf bu lodos yüzünden bir gün terk edeceğim bu şehri.
O zamanlar ben de bilmiyordum İstanbul'u. Yanımda kimse yoktu. Herşeyi el yordamıyla, düşe kalka, yanıla yanıla buluyordum. "Bahçelievlerde bir kola fabrikası var, onun hemen arkasında" demişlerdi dekanlık için. Atladım otobüse, Mecidiyeköy'de otobüs değiştirdim. Yanlış otobüse bindiğimi anlayınca E-5'te inip binmem gereken otobüsü beklemeye başladım. Ona bindikten sonra az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim, yol bir türlü bitmek bilmedi. Gözüm sağ tarafta kola fabrikası arıyor. Uzakta bir kola fabrikası gördüm. Pepsi'nin fabrikasıydı. Mantığını iyi çalıştıran bir insanımdır. Bir yol üzerinde aynı anda kaç tane kola fabrikası olabilir ki. Eğer İstanbul'dan bahsediyorsak iki. Ben yanlış fabrikada inmiştim. Pepsi fabrikasının önünde indim. Arkasına doğru uzuuun bir yolculuğa çıktım. Üniversiteye benzeyen bir şey arıyorum. Üniversite imajı nedir? Bir takım yeşilliklerin arasında bir bina, etrafında gençler. İstanbul'da daha önce gördüğüm tek üniversite Boğaziçi çünkü. Uzun, gereksiz ve beni kan ter içinde bırakan bir yolculuğun sonunda doğru yolda olmadığımı anladım. Yoldan geçen gençten birine sorduğumda üniversitenin "coca-cola" fabrikasının arkasında olduğunu öğrendim. Allah belanızı versin!
E-5'e döndüm tekrar. İndiğim otobüsün gittiği istikamette bir-iki kilometre kadar daha yürüdüm. Kan ter içinde kaldım, ne zaman nerede kalacağımı bilemediğim için, sırt çantamda yedek pantalon ve tişört taşıyordum. (Bavullarımı Beyoğlu öğretmenevinde saklamama izin vermişlerdi. Ama sadece bavullarımı) Bir benzinci gördüm, tuvaletine girdim, sırılsıklam olan tişörtümü değiştirdim. Sonra yoluma devam ettim. Gerçekten de şerefsiz coca-cola, şerefsiz pepsi'ye inat olsun diye biraz uzağına fabrika açmıştı. Hemen önünde de otobüs durağı vardı. Üç dört metreye kadar yükselen şişe kola kasalarından oluşan kulelerin arasından bir yaya yolu geçiyordu. Onları görünce aklıma ilk gelen şey "Eskiden 1 litrelik cam şişeler vardı, n'oldu ki onlara?" idi. Bir takım binaların arasından geçtim, binalar devlete ait binalardı, kötü renkler, bakımsızlık, biraz sonra bir kapıdan elindeki dosyaları fırlatarak Oğuz Atay çıkacak gibiydi.
Neyse uzatmayayım, onları da geçip Bahçelievlerin derinliklerine daldıktan sonra geri döndüm. Dekanlık meğersem orasıymış. Kayıt yaptırma tecrübemi anlatmıyorum bile. Herhangi bir devlet dairesindeki prosesin aynısıydı. Herşey yarım söylenir, defalarca aynı adamın ya da kadının önüne gelirsiniz, sizi salak konumuna kendisi düşürdüğü halde doğuştan salakmışsınız muamelesi yapar, fakat damga onun elinde olduğu için, o anda devletin kendisi o olduğu için, "senin deee... yapacağın işin deeee" diye sövemezsiniz kendisine vs. vs. vs.
Nihayet üniversiteye kaydımı yaptırdıktan sonra geriye en basit sorunum olan barınma kalmıştı. Öğretmenevleri torpil sınırını geçtiğim için bana kapılarını açmıyordu. Yurda başvurmamak için inat etmiştim. Erkekliğe bok sürdürmemek için Kadıköy'de Rıhtım Caddesi'nin ara sokaklarında bir otel bulmuştum. Çok az param vardı ve aileme daha fazla yük olmak istemiyordum (Salaaaak! Salaaaak!) Bugünün parasıyla 20 liraya filan bir oda buldum. Odada benim haricimde üç kişi daha kalıyordu. Onları sadece uyurken gördüm. Ben uyandığımda gitmiş oluyorlardı. Onlar da beni uyurken görüyorlardı ve yastığımın altına sakladığım çatalı hiç görmediler. Evet, ucuz yemek satan lokantaların birinden çatal çalmıştım ne olur ne olmaz diye. (Yıllar sonra salaş bir otelde kalan Deniz'e yaptırdım aynısını)
Odada doğal olarak banyo yoktu. Hayatımda hamama gitmedim, erkeklerin birlikte yıkandıkları yerleri sevmem, umumi duş filan da bana göre değil, en baba spor salonunda bile hiç adetim olmadığı halde bir bakteri-mikrop-mantar paranoyasına kapılırım hala. Banyo yapmaya gidebilecek kimsem de yok. Sevgilim söylediğim gibi ailesiyle birlikte o sırada, yeni okulumdan da kimseyi tanımıyorum doğru dürüst. Bütün bunlar bir araya gelince doğal olarak kokmaya ve kendimden nefret etmeye başladım.
Yıllar önce Aziz Nesin "Nazım yıkanmayı sevmezdi" diye yazmış. Kraldan çok kralcılar üstüne yürümüşler "Sen Nazım'a nasıl pis dersin!" diye. Aziz Nesin de "Ben Nazım pisti demedim. Yıkanmayı, suyu sevmezdi dedim. Düzenli olarak kolonyayla silinirdi" demiş. Yıkanmayı sevdiğim halde -Şu anda da duştan çıktım, diri fücudumu ve kaslı adaalelerimi zor örten bir bornozla yazıyorum bu yazıyı (Üstünde ne var şu anda? diye soracak olan bağyan okuyucuya selam olsun!)- o dönem bir süre kolonyayla silindim ben de. Ama nafile, suyun yerini tutmuyor.
Bir gece böyle leş leş dolaşırken Kadıköy Çarşısı'nda Cem Sevinir çıktı karşıma. Liseden Musevi bir arkadaşım. Dokuz Eylül'ü kazanmıştı. Sarıldık marıldık. Niye orada olduğunu sordum. Musevi olimpiyatları için geldiklerini söyledi. İzmir voleybol takımı olarak, maç yapacaklar, kazanırlarsa İsrail'e gidecekler. Rıhtım Otelinde kalıyorlar. Kadıköy'deki en iyi oteldi o zaman. Hala da öyledir sanırım. Otele kadar yürüdük muhabbet ederek. En sonunda dayanamadım ve odasında banyo yapıp yapamayacağımı sordum. Cem sanki kendisinden çokoprens istemişim gibi o kadar doğal ve beklemeden "Tabi abi!" dedi ki... O anı, o samimiyetini ve bana yaptığı bu kral kıyağı hiç unutmam. Girdim kendimi sıcak suyla yaka yaka nefis bir banyo yaptım. Cem üstüme giyecek bir şeyler verebileceğini söyledi. Teşekkür ettim, kaldığım otel ve eşyalarım yakındaydı. Binlerce kere teşekkür ettim ona, sonra üstümde pis kıyafetlerimle ama bedenimin temiz olduğunu bilerek otelimin yolunu tuttum.
Bir kaç gün sonra da kuzenimin diğer taraftan kuzeni olan bir arkadaşın üç arkadaşıyla birlikte kaldığını ve ev arkadaşı aradıklarını öğrendim. Zıpladım gittim. Çiçekçi'de bir bodrum katı. İsterse cehenneme yakın olsun fark etmez. Bana ait bir oda, başımı yaslayabileceğim bir yastık ve banyo yapabileceğim bir ihlas şofben. İstanbul'daki ilk evimi bulmuştum. (O evle ilgili yıllar önce yazdığım bir hikayeyi de buraya aktarırım bir ara)
Bu yazıya lodostan niye nefret ettiğimi anlatmak için başlamışken kendimi anılarımı yazarken buldum. Devamını getirmeye karar verdim. Aklıma geldikçe, ki sabahları aklıma geliyor geçmişim, beynim henüz boşken, dökerim buraya. Kişisel tarih önemli.
Lodosa gelince, beni çok rahat ettirmedi bu şehri İstanbul. Bunda benim hatalarımın da payı vardır elbette. Aileme yük olmamak gibi bir derdim vardı, şimdi dönüp baktığımda biraz önce paranteze yazdığım gibi "Salaaak! Salaaak!" diyorum kendime. Ama bir yandan da çok iyi yapmışım diyorum. İstanbul'un bir çok yerini iyi bilirim ben. Çok gezdim, bazen sokak sokak. Dedim ya zorladı beni bu memleket. Bütün zorluklarıyla mücadele ettim, bazen yenildim bazen yendim. Ama lodos denen bu boku yenmem mümkün olmadı hiç. Dün gece, elim hiçbir şeye gitmiyor, ne yazabiliyorum, ne televizyonun başında rahatım, ne kızlarla oyun oynayabiliyorum. Sürekli derin derin "hoooooh!" çekiyorum. Başım ağrımıyor ama ensemde bir bulanıklık. "Ya siktiret atla Gökhan!" dese birileri düşünmeden atacağım kendimi aşağı. "Lodos var" dedi zevcem. "Ben de iyi değilim."
İstanbul'un hiçbir şeyinden çekmedim şu lodosundan çektiğim kadar. Sırf bu lodos yüzünden bir gün terk edeceğim bu şehri.
Yorumlar
Ben de aman diim, tikkat!
Oh bee, yeni sebep buldum.