Ana içeriğe atla

Bir Pattaya'yı seversen orası dünyanın en güzel Pattaya'sıdır.

Eğer sirk seviyorsan, arızalı mekanlara ilgin varsa, parti insanıysan ya da sadece biraz delirmek istiyorsan bile… Pattaya’ya geeel Pattaya’yaaaa…


Benim için sabah, insanlık için öğlen sayılabilecek bir saatte indim Bangkok’a. Suvarnabhumi havaalanının önünde yarım saat kadar taksicilerle pazarlık yaptıktan sonra birine bindim. 700 baht artık otoyol paraları. 1000 bahttan aşağı götüren yok anasını satayım. Adi, paragöz herifler filan diye geçiriyorum içimden. Henüz bahtın kaç lira olduğundan haberdar değilim. Saatte 130-140’la giderek bir buçuk saatte varıyoruz Pattaya’ya. Kardeşim söylediği gibi Carrefour’un önünde karşılıyor beni. İyi pazarlık yaptığımı söylüyorum. Sonradan aklıma geliyor sormak. Bu arada kaç para verdim ben taksiciye? 28 lira, pazarlık yapmasam 40 lira verecektim. Ulan! 12 lira için mi uğraştım ben o kadar! Hem de 150 kilometre yol gelmek için. Verirdim anasını satayım, ben bizim evden havaalanına giderken veriyorum o parayı taksiye! Ağzıma meyveciden aldığı ananasları tıkıştırarak susturdu beni. Nasıl susturulacağımı biliyor tabi şerefsiz.

Tanrının varlığına inanmamı sağlayan bir tek şey vardır. O da ananas. Ananas gibi bir meyvenin varlığı tek başına açıklanamaz. Ve Taylan’da ananas çok bol ve ucuz. Her sokakta bir meyveciyle karşılaşmak mümkün. Dikkat isterim, bunlar seyyar meyveciler. Camekanlarda buzun üstünde (hava sıcak) kendilerine ayrılan kompartmanlarda duran muhtelif meyveler, karpuz, ananas, papaya, guava. Ne istiyorsan söylüyorsun, alıyor, bildiğin satırla, mahir ellerini kullanarak, bir operatör edasıyla dilimliyor, sen “ulan bu herifle/kadınla kavga etmeye kalksan on dakika içinde dilimlenmiş bir halde servise hazır halde bulursun kendini” diye düşünürken o bizim bakkalda içine yumurta koyduğumuz poşetlere dolduruyor meyveleri, birer bambu çubuk saplıyor hepsine, bütün poşetleri bir başka poşete koyuyor uzatıyor sana. Bu naylon poşet denen hadise az gelişmiş her ülkenin hayatını kurtaran bir bok. Üçüncü dünyanın çevre kirliliğinden daha önemli sorunları var, geçim sıkıntısı, ucuz maliyet gibi, birinci dünyalılar da kendi dünyasında olmadığı için hiç aldırmadan harcıyor naylonu, orada nedense unutuluyor aynı dünyada olduğumuz. Ve benim aklıma böyle durumlarda düşüyor dünyanın her yerinde hayatın ne kadar farklı yaşandığı. İşte bu yüzden çok seviyorum başka yerleri görmeyi. Sabah kahvaltısında meyveye, özellikle de ananasa doyuyorum.

Dünyanın bir çok yerinde, bir çok şehrin hiç uyumadığı söylenir. Benim birader bazen aklına takar, Rusların “Moscow never sleeps” adlı dandik şarkısının nakaratını tekrar eder bazen. İstanbul’un en uyumayan yerinde yaşayan birisi olarak ben de İstiklal caddesinin hiç uyumadığını düşünürdüm. Zevcemle Kızım’ı da alıp sabahın altısında caddedeki apartmanlardan birinin merdivenlerine oturup kahvaltı etmişliğimiz olmuştur. Gelen geçeni,sarhoşu, yeni uyanmışı seyrederekten. Amma velakin bunların hepsi hava civa. Eğer gerçekten uyumayan bir şehirden bahsediyorsak Pattaya’yı tek geçerim.

Sabahın yedisinde, afyonumuz patlamamış bir halde bizi otelden alan minibüsün koltuğunda oturmuş ara sokaklardan başka bir otele gidiyorduk. Şaşkınlıkla izledim manzarayı. Daha önce bahsettiğim önü açık barlardan birinde dört tane lady-boy (travesti abla) oturuyordu hala. Birisi vücuduna sonradan eklenmiş olan silikon memeleri klasik travesti yabancılaşmasıyla ortalığa sermişti. Travestiler ergenken erkek olduklarından ve ergen oğlan çocuklarına memelerini saklamaları öğretilmediğinden bence, göğüslerini saklama ihtiyacı duymuyorlar. Manzaraya devam edeyim, biraz ileride, dükkanlarını yeni açmış ya da zaten hiç kapanmayan dükkanlarında gececilerle yer değiştirmiş birkaç esnaf bir keşişin önüne çökmüş sabah dualarını yaparak ona manastıra götüreceği günlük yemeği sunuyorlar, az ileride sarkık taşaklı Tayland köpekleri çöpleri karıştırarak yemek araştırıyor, bu arada arabanın sağından solundan vızır vızır motosikletler geçiyor. Travestiler, keşişler, sarkık taşaklı köpekler ve motosikletler. Sabah 7. İkimizin de karnı aç, gittiğimiz diğer otelin önünde bizimle gelecek olan turisti beklerken biraderim kahvaltı arama turuna çıkıyor. Thai’ler sabah öğlen akşam ayırmadan aynı şeyleri yiyebiliyorlar. Tayland yemeği yapmak çok ahım şahım bir şey değil bence. Wok’a ver harlı ateşi, ver yağı, iyice kızsın, içine ne sebze buluyorsan, ne et buluyorsan at, sulu olsun diyorsan su kat, makarnalı olsun diyorsan noodle salla, yok pilavlı olsun diyorsan salla pilavı, iki karıştır ver soyayı dök tabağa. Al sana yemek. Sabah, öğlen, akşam fark etmez. Ben bunları düşünürken biraderim “kahvaltı buldum!” diyerek geliyor. Naylon bardaklarda sütlü kiremit rengi bir sıvı, sandviç ekmeğinin içinde yeşil renkli bir puding. Nerde eksantrik orda ben! Ver koçum! İçtiğimiz şey soya sütlü çay, yediğimiz puding de pandan denilen bir yapraktan yapılan puding. Sonradan araştırarak bulduğum kadarıyla tabi. Sabaha sütlü kiremit rengi ve canlı bir yeşille başlamak. Yaşam budur işte!

Pattaya’nın esas olayı geceler. Walking Street, yani barlar sokağı. İşte bugüne kadar gördüğüm en uçuk yer. Go-Go barların önünde hemşire, şeytan olarak ya da sado-mazo kıyafetleri içinde bekleşen Thai kızları, ellerinde bir karton, promosyonları var, bir içki alana ikinci bedava filan gibi.Yürürken yolunuzu kesip “ping-pong şov?” diyerek ellerindeki broşürden açıklama yapmaya çalışanlar. Kafalarlarsa ara sokaklardaki bir mekana gidip bir kadının vajinasına muhtelif şeyler sokmasını seyrediyorsun. Düşüncesi bile nahoş benim için. “Fuut Mâsaaaaj”cılar da var elbette. Dükkanlarının içinde ayak masajından kendinden geçmiş abiler, ablalar. Yol kenarında piyasa yapan orospular, yol kenarında piyasa yaparken yavşayan leydi-boylar, Thai kadınlarından da Türk travestilerden de daha güzeller. Uyarı var internet sitelerinde, size yavşarken cüzdanınızı çalabilirler diye. Ama bir şey olmuyor tabi. İngilizler, Aussie’ler çoktan sarhoş olmuş herkesle geyik yapma halindeler, Ruslar gruplar ya da en azından çiftler halinde dolaşıyorlar ve KGB ajanı gibi davranıyorlar. Kimseyle konuşmak yok. Karılarını evde bırakıp gelen Abaza Hintliler, Pakiler ve elbette Türk abilerimiz. Üç yüz metreden tanınıyorlar. Walking Street’in muhtarları, eller arkada birleştirilmiş, bütün kadınlar teker teker kesiliyor, ayakta şıpıdık terlik, dizaltında kalan basketçi şortu, kırık dökük İngilizce konuşan tek arkadaşlarının etrafında toplanmış birkaç orospuyla pazarlık yapıyorlar. Bir erkek için cennet burası. Yaşlı, çirkin ya da sakat olmak fark etmiyor. Paran olması yeterli. Hizmetler sadece seksle de sınırlı değil üstelik. Motoru varsa atıyor seni motorun arkasına, gezilecek yerlere götürüyor, rehberliğini, çevirmenliğini de yapıyor. Bir sürü yaşlı amca, genç bir kızla elele, barda diz dize, bilardo oynuyor, kulüpte karşılıklı dansediyor, flört ediyor kısacası. Bangkok’a gidip şehirli ve orta sınıf Thai’leri görene kadar aradaki farkı anlamamıştım. Buradaki kadınlar alt sınıfın kadınları, tarzları, dans edişleri hep biraz sakil, üstlerine oturmayan bir şeyler var hep. Ama hepsinin yüzü gülüyor, hiçbir şeyi takmıyor gibiler. Negatif, mutsuz, suratsız olmayı yurttaşlık görevi olarak üstüne giyinmiş bir Türk olarak şüphelere gark oluyorum elbette. Gerçekten bu kadar rahatlar mı yoksa oynuyorlar mı? Sonuçta kimse suratsız satıcıya gitmez. Ama hayır, oynamıyorlar. Çünkü sadece orospuların yüzü gülmüyor, herkesin yüzünde hemen açıveren bir gülümseme var Pattaya’da. Walking Street’in iki yanına konuşlanan seyyar satıcılar da dahil olmak üzere herkes mutlu kodumun memleketinde. Fakirler ama gergin değiller, acı içinde değiller, “daha iyisi bir sonraki yaşamda” teorisinden mi bilmiyorum ama takmıyorlar anasını satayım! Ufacık bir espri yapıyorsun gülüyorlar, pazarlık yaparken çok düşük bir rakam söylüyorsun gülüyorlar, kom pun kap (Tay dilinde “teşekkür ederim”) diyorsun gülüyorlar, dilin dönmüyor tam söyleyemiyorsun ona da gülüyorlar. “Türkün suratını mı çekicem lan! Yerim! Ben burda yaşıycam anasını satıyim bundan sonra!” noktasına o kadar çabuk geliyor ki insan anlatmak mümkün değil

Yorumlar

polente dedi ki…
ahanda işte bu hissiyatı tüm güney amerika süresince yaşadım özellikle daha fakir memleketlerde, kimse kimseye kızgın, bağırgan, asabiyet içinde değil. Rahatlar.. Meksika'da ya da Ekvator'da trafik o kadar kötü ki, her an her saniye korkunç kazalar yaşanacak gibi kullanıyorlar araçlarını herkes birbirinin önüne kırıyor, biz de olsa dakikada 15 taksicinin birbirini öldüreceği sahnelerde adamlar küfür bile etmeden gülerek devam ediyor yollarına. E tabi yıllarca gergin yaşamış biz türkler için algılaması zor bir durum oluyor. Yavaşlığa, rahatlığa, genişliğe anlam veremediğin, ara ara eeee dediğin, sonrasında amaan canım anasını satiim manyak mıyım ben diye yola devam ettiğin bir koca kıta burası
Gökhan dedi ki…
Bu ülkenin bize garezi ne o zaman a.q!
Unknown dedi ki…
Gülüyorlar çünkü ellerinde kalan tek şey bu onuda kaybederlerse.....
despon dedi ki…
arkadaslar pattaya cennet cennet :))) geçen hafta oradaydım sadece korkum aç kalmaktı orada şansıma türk restoranı buldum ismide ANATOLİA valla çölde su bulmuşm gibi oldum herşey var demleme çay kahvaltı türk kahvesi köfte pilav vs vs hiç aç kalmadım yeride çok merkezi royal garden alışveriş merkezinin yan sokağında walking street e doğru pattaya ya gidipte aç kalan arkadaşlara tavsiye ederim ben memmun kaldım sizde kalırsınız heralde
Adsız dedi ki…
Yazar cok tesekkurler...

Selamlar Elen
Gökhan dedi ki…
Bir şey değil Elen.

Selamlar Yazar :)

Bu blogdaki popüler yayınlar

DEVRİM YAPACAADIK DA BİZİ BU İNTERNET BİTİRDİ

bu foto sadece erkek veya lezbiyen veya biseksüel okuyucunun dikkatini yazıya çekmek için konmuştur. Görsel meta tüketimi de insanda "çünkü ben buna değerim!" duygusu yaratıyor. "Koçum benim! Bunların hepsi sana vermek istiyor! Bak nasıl da sıraya girmişler" Son bir kaç gündür tuvalet kitabım Fransa'da 68'de neler olduğunu anlatan, unuttuğum adı da bu minvalde bir şey olan bir kitap. Ondan önce de Vietnam Savaşı'nı okuyordum. Benim için sanıyorum tuvalet aynı zamanda bir okuma mabedi haline gelmiş durumda. Tuvalet dışında okuyamıyorum. İşteki tuvalette ayrı kitap evdekinde ayrı kitap okuyorum. İşteki tercihlerim genelde kafa dağlamayan Amerikan romanları. Bir yandan Gore Vidal'in Düello'sunu bir yandan da Mario Puzo'nun Omerta'sını okuyorum işte. Evde ise genelde araştırma kitaplarından daha fazlasını almıyor kafam. Bazen sırf kitap okumak için çişim olduğu halde takılıyorum tuvalette. Evet manyağım belki, ama sanırım dış dünyanın t

"Makinalaşmak İstiyorum" Şiiri Üzerine

Virgillius'un şu yazısını okuduktan sonra bir cevaba girişip yorum kısmına koyacak oldum. Fekat yorumun limitlerinin almayacağı bir yazıya dönüştüğü için yazacaklarım, buraya almaya uygun görmüş bulunmaktayım efenim. Üstat hazır sen yokken meydanı boş bulup atıp tutayım biraz. “Makinalaşmak İstiyorum” şiiri Nazım Hikmet'in şiirinin gelişme döneminde denediği Fütürist akım dahilindeki bir iki şiirinden birisidir. Fütürist akım İtalya'da Marinetti tarafından başlatılmış daha sonra özellikle Rusya'da faşizme olan açık desteği paranteze alınarak geçmişe dair herşeyi reddeden cesur tavrı öne çıkarılarak Mayakovski ve Hlebnikov tarafından uygulanmıştır. Mayakovski'nin şiirinin bu kadar sert, açık ve kavgacı olmasının sebebi şairin manyak bakan gözleriyle birlikte bu akımdır. Nazım Hikmet'in KUTV'da eğitim görürken okuduğu ve çarpıldığı bu şiir biçimine öykünerek yazdığı bir şiirdir “Makinalaşmak İstiyorum” Biçimsel olarak oldukça özel bir yer tutar Türk şii

Aklıma Takılanlar

Kışın kafelerde, metrolarda filan bir kere bile kitap okuduğunu görmediğim yurdum burcuva kızı neden güneşlenirken kitabına gömülür? Ben biliyom nedenini de, ayıp değil mi güneşin altında kavrulan o zavallı kitabın yapraklarına be güzel ablam ama ya!