Ana içeriğe atla

Dub in Dubai

Sevgili Blog,


Sana bu satırları buz gibi bir İstanbul sabahından yazıyorum. Daha birkaç gün önce 35 derece sıcakta denize giriyordum .mına koyim! Ne işim var benim burda! Ben sıcak severim kardeşim! Neyse, yapacak bir şey yok. Döndüm bir kere. Bari döküleyim gördüklerimi, en azında kişisel tarihimize not düşmüş oluruz.

Olay şöyle gelişti. Bana gelmişlerdi. Gitmek istiyordum. Neresi olursa, fark etmezdi. Aklımdan ilk geçen ülke Hondurastı. Honduras’a gidecektim. Kardeşim bu kararımı duyunca iki senedir Tayland’a gitmek istediğini hatırlattı. Zaten Tayland’a gitmesi için ona kredi açacaktım. Niye ben de gelmiyordum ki. “Tamam lan!” dedim. Tayland olsun anasını satayım! Uçak biletini Emirates’ten alıp bir de aktarmayı 8 saatin üzerine çıkarınca araya bir gün de Dubai sıkıştırma şansı buldum. Süper! Kardeşime “Bana bak oralara kadar gidip Angkor Vat’ı görmezsem yakarım çıranı” diyerek Kamboçya’yı da ekleyince 15-16 günde üç ülkenin tadına bakmış oldum.

Dubai’den başlayayım. Ayşe Arman’a inanmayın. Dubai’ye gitmeyin. Dubai’de bir bok yok. Bir tek giderken uçağın penceresinden baktığımda gecenin karanlığında etrafını ışıldatan petrol kulelerin alevlerine uzun uzun baktım. Uçuk bir görüntü. Karanlık suyun içinde dört yanından gelecek köpekbalığı saldırısı korkusundan kafayı yemiş bir halde yüzerken görürsen o kuleleri, işte o zaman bir ihtimal kurtuldun demektir. Yukarıdan baktığında başka bir gezegendeymişsin hissi veriyor.

Dubai Havaalanı çok büyük, gereksiz büyük, yivli sütunları ve tavana yapıştırılmış parlak metalleriyle 20 bin kişilik bir Kocamustafapaşa Saadet Düğün Salonu. Aşiret düğünü yapacaksanız ideal. Pasaport kontrolü yapanlar arasında yüzü açık fekat diğer her yerleri siyah ve kapalı Arap ablalar çalışıyor. Memurlarda klasik Ortadoğu suratsızlığı ve amir/memur meselesinden kaynaklı yüzünüze bakmama hali mevcut. Havaalanı kocaman ama iki günlük geçici vize almak için girdiğimiz üç kuyrukta aşağı yukarı 200 kişi bekleşiyoruz, 4 tane memur var. Suratsızlık baki. Retina taraması yapıyorlar ki memlekete kimse abes şekillerde girip çıkmasın. Sonradan hatırlıyorum daha iki gün önce Mossad’ın buralarda çift kale maç yaptığını. İçimden görevliye “Dayı, İsraillilerin retinasını da aynı suratsızlıkla sen mi taradın?” diye sormak geliyor ama o zaman Dubai’ye girememe ya da girip bir daha çıkamama ihtimali var. Havaalanından çıkıyorum. Deniz tarafından gelen nefis bir nem ve sıcak hava dalgası yüzüme çarpıyor. “Anaa! Süper! Tayland’da bu kadar sıcak olsa bari!” diyorum. Ebemle daha sonra tanışacağımın farkında değilim henüz.

Havaalanından alınıp otellerimize yerleştiriyoruz. “8.30’da uyandırma, 9’da havaalanına otobüsünüz kalkıyor” diyor resepsiyondaki gülümseyen görevli. Elbette Arap değil. Sonradan öğreniyorum ki Dubai’nin %70’i Arap değil. Ağırlıklı olarak Hintli, Paki, Bangladeşli varmış. Sonrasında da Uzakdoğulular geliyor zannımca. Neyse efenim ben bu yukarıdaki uyandırma ve otobüs programını duyunca bir “gurk” oluyorum. Benim uçak gece 23.05’de çünkü. En azından bu gece uyuyabilecek bir yerim olduğunu düşünerek rahatlıyorum ve atıyorum kendi odaya. Öğlen 12.30’da uyanınca “ananıski!” halinde resepsiyona koşuyorum. “Valla billa beni uyandıran olmadı! Telefon çalmadı ki!” halindeyim. Resepsiyondaki başka bir çekik gene güleryüzle, mevzubahis uyandırmanın benim için geçerli olmadığını 9.oo’ın da aslında 21.oo olduğunu söyleyerek beni rahatlatıyor. Hemen atıyorum kendimi dışarı. 3.Dünyalı kardeşlerimle hemhal oluyorum. 500 dirhemi bayılıyorum Paki şoföre, Dubai turu yapıyorum. Sonradan anlıyorum fena halde kazıklandığımı. 200 lira veriyorum 4 saatlik tura kafama edeyim.

Yolda Paki abi bana Dubai’nin Birleşik Arap Emirlikleri’nin 7 emirlikten oluşan bir federasyon olduğunu. En zengin iki emirliğin Abu Dabi ve Dubai olduğunu, yıllar önce hepsinin Abu Dabi’de yaşadığını, çünkü suyun orada olduğunu, Abu Dabi emirinin bunlara yol verip “gidin kendi suyunuzu kendiniz bulun ulan” dediğini, diğer emirliklerin de çaresiz ülkenin çeşitli yörelerine dağıldığını filan anlatıyor. Son krizde Dubai’nin imdadına Abu Dabi emiri yetişmiş. 60 Milyar dolar vermiş Dubai’ye. Karşılıksız değil elbette. Eskiden Burj Dubai adıyla anılan gereksiz uzun binanın adını Burj Khalifa olarak değiştirtmiş önceliklen, yanlış anlaşılmasın, kendi adı. Metroyu ve polis gücünü de satın almış. Paranın 10 Milyar doları ise hibe, bir arkadaştan diğerine. Neden böyle arkadaşlarım yok benim?

Bu arada Petrolün babası Abu Dabi’de, Dubai’nin kuzeyinde yapılan araştırmalarda büyük bir yatak yakalandığı ve voliyi oradan vuracaklarını düşünüyorlar ama henüz tevatür sanıyorum. Abu Dabi’nin Dubai’nin gelişmesinden rahatsız olduğu, bu krizi de fırsat bilip kontrolü tekrar ele aldığını anlıyorum. Genelde mazlumun yanında olmak gibi bir alışkanlığım var ama kimse kusura bakmasın bu mazlumun yanında olamıycam. Böyle mazlum olmaz olsun!

Dünyanın en büyük alışveriş merkezi, en uzun binası, en uzun metro hattı, en büyük akvaryumu, en büyük alışveriş merkezi, en büyük yapay gölü vs. vs. vs. hep bunlardaymış. Dubai’yi sevmediğimi söyledim Paki şoförüme. Dev bir toplu konut projesi çünkü Dubai, şehir olan her yer yepyeni, yerlere bal dök yala, Bangladeşli kardeşlerim her gün on posta süpürüyor çünkü, her şey düzenli, sıfırdan planlanarak yapılmış çünkü, her yerden ve her şeyden bir yapaylık akıyor. Paki şoförüm “Dubai’de yapay olmayan iki şey var. Biri çöl, diğeri insanlar” dedi. Sokaklardaki palmiyeleri bile başka yerden getirip oraya yerleştiriyorlarmış.

Krizin Dubai’yi gerçekten vurduğunu trafikten anlıyormuşuz. Şehir merkezine yirmi-otuz kilometre uzaklıkta Dubai Marina adı verilen bir bölgeye götürdü beni. Otoyol, gayet de akışkan, krizden önce aynı yol gıdım gıdım gidiyormuş. Avrupalılar, özellikle İngilizler kriz sırasında arabalarını, araba dediysem Maseratilerini, Ferrarilerini filan, havaalanında bırakarak, evlerini filan taşımadan kaçmışlar memleketten. Şimdi hepsi kara listedeymiş. Ciddi bir spekülasyon dönmüş, bir koyup çok kısa sürede onyüzbin baloncuk almış abiler. (Ah Tonton ah! Hayatta olacaktın görecektin bunları…)

Başı açık, hafif göğüs dekolteli Arap spikerler sunuyor haberleri. Tahmin ettiğim gibi hiçbiri B.A.E kökenli değil, Suriye, Mısır, Lübnan vb. yerlerden gelen ablalara kapanma zorunluluğu getirilmemiş. Herkes aslında az çok olduğu gibi kabul ediliyor burada. Abartılı açık giyinmediği sürece kadınların dizüstü eteklerle askılılarla filan dolaşması anormal değil. Bir çeşit açık şehir yaratma girişimi sanki, herkes gelsin, herkesle iş yapalım, herkes para kazansın, biz de kazanalım. 50-60 katlı yüze yakın dev bina var, hepsi de süper lüks filan, fakat yarısından çoğu boş durumda, “dolacaklar mı sence?” diye soruyorum bizim şoföre. Gayet kendinden emin dolacaklarını söylüyor. İyi de niye? Yani çölle denizin birleştiği bir yerdeyiz sonuçta. Vergisizlik midir burayı bu kadar coşkun hale getiren? Hadi diyelim yatırımcı için en güzel koşullar oluşturuluyor. Devletin ya da daha doğrusu emir ailesinin bundan çıkarı ne?

Yol kenarlarında dikine kesilmiş silindir şeklinde bir takım yerler var. Etrafı siyah camla kaplı mekanlar bunlar. Ne olduğunu anlamam uzun sürdü ama çözdüm. Klimalı otobüs durağı yapmışlar. Otobüs yolcuları yazın 50-55 dereceyi bulan sıcakta kurutulmuş ete dönüşmesin diye yapılmış. Her coğrafya, her iklim kendi koşullarını dayatıyor ister istemez.

Otoyolun kenarında rahmetli emirin ve veliaht prensin dev boyutlu fotoğrafları var. Ayrıca şu andaki patronun fotosu da her devlet binasının üstünde uzaktan rahat rahat görülebilecek boyutlarda. Televizyonda kraliyet ailesinin fertlerinin o gün neler yaptığını rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Bahsettiğim dev alışveriş merkezine giden yolda klasik Amerikan arabaları sergisi vardı mesela. Dibim düştü diyebilirim. Hiç bu kadar çok klasik arabayı bir arada görmemiştim. Işıklarda durduğumuzda yanıma denk gelen Mustang Shelby’yi uzun uzun seyrettim. Kafamı çevirince yolun diğer tarafında Şeyh Mahdum’un büyük oğlunun sergiyi açtığını, etrafında da paso onu izlemekle görevli olan TV ekibinin dolandığını görüyorum.

Alışveriş merkezi hayyyyvannn gibi Cevahir yanında tekel bayi gibi kalıyor. Hayatımda ilk defa bir alışveriş merkezinin içinde kayboluyorum. Karnım aç, yemek yiyeceğim. Bir Lübnan lokantası görüyorum. Şık şıkıdık bir yer. Girip oturuyorum sigara içilen kısma, menü geliyor. Kebapların fotoğrafını çekiyorum dayanamayıp. Ne kadar enteresan Lübnan yemekleri öyle değil mi?



Kebaplardan vazgeçip kendimi Saj diye bir şeye vermeye karar veriyorum kendimi. Asyatik garsona Saj’ın ne olduğunu soruyorum, peynirli bir bok ama ne! Emmi anlatamıyor tam olarak. İçine konacak peyniri seçebiliyorsun, kaşkaval olur, labne olur, hellim olur. Tamam lan diyorum. Bana kaşkavallı bir tane getir, şansımı deniycem! Siparişi verdikten sonra kafama dank ediyor. Lan bu Saj, sac olmasın! Sac ekmeği olmasın bu, içine peynir konuyor… derken Asyatik şerefsiz önüme kaşarlı pideyi koymuyor mu! Dubai’de, dünyanın en büyük alışveriş merkezindeki Lübnan lokantasında kaşarlı pide yiyorum .mına koyim! Sonuç olarak kısa Dubai gezimin en güzel yanı dev akvaryumdaki balıkları seyretmekti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

DEVRİM YAPACAADIK DA BİZİ BU İNTERNET BİTİRDİ

bu foto sadece erkek veya lezbiyen veya biseksüel okuyucunun dikkatini yazıya çekmek için konmuştur. Görsel meta tüketimi de insanda "çünkü ben buna değerim!" duygusu yaratıyor. "Koçum benim! Bunların hepsi sana vermek istiyor! Bak nasıl da sıraya girmişler" Son bir kaç gündür tuvalet kitabım Fransa'da 68'de neler olduğunu anlatan, unuttuğum adı da bu minvalde bir şey olan bir kitap. Ondan önce de Vietnam Savaşı'nı okuyordum. Benim için sanıyorum tuvalet aynı zamanda bir okuma mabedi haline gelmiş durumda. Tuvalet dışında okuyamıyorum. İşteki tuvalette ayrı kitap evdekinde ayrı kitap okuyorum. İşteki tercihlerim genelde kafa dağlamayan Amerikan romanları. Bir yandan Gore Vidal'in Düello'sunu bir yandan da Mario Puzo'nun Omerta'sını okuyorum işte. Evde ise genelde araştırma kitaplarından daha fazlasını almıyor kafam. Bazen sırf kitap okumak için çişim olduğu halde takılıyorum tuvalette. Evet manyağım belki, ama sanırım dış dünyanın t

"Makinalaşmak İstiyorum" Şiiri Üzerine

Virgillius'un şu yazısını okuduktan sonra bir cevaba girişip yorum kısmına koyacak oldum. Fekat yorumun limitlerinin almayacağı bir yazıya dönüştüğü için yazacaklarım, buraya almaya uygun görmüş bulunmaktayım efenim. Üstat hazır sen yokken meydanı boş bulup atıp tutayım biraz. “Makinalaşmak İstiyorum” şiiri Nazım Hikmet'in şiirinin gelişme döneminde denediği Fütürist akım dahilindeki bir iki şiirinden birisidir. Fütürist akım İtalya'da Marinetti tarafından başlatılmış daha sonra özellikle Rusya'da faşizme olan açık desteği paranteze alınarak geçmişe dair herşeyi reddeden cesur tavrı öne çıkarılarak Mayakovski ve Hlebnikov tarafından uygulanmıştır. Mayakovski'nin şiirinin bu kadar sert, açık ve kavgacı olmasının sebebi şairin manyak bakan gözleriyle birlikte bu akımdır. Nazım Hikmet'in KUTV'da eğitim görürken okuduğu ve çarpıldığı bu şiir biçimine öykünerek yazdığı bir şiirdir “Makinalaşmak İstiyorum” Biçimsel olarak oldukça özel bir yer tutar Türk şii

Aklıma Takılanlar

Kışın kafelerde, metrolarda filan bir kere bile kitap okuduğunu görmediğim yurdum burcuva kızı neden güneşlenirken kitabına gömülür? Ben biliyom nedenini de, ayıp değil mi güneşin altında kavrulan o zavallı kitabın yapraklarına be güzel ablam ama ya!